• Kategoriler

  • Arşivler

Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı

[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
2008

Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı
Sürüm: Nisan 2008
Tasarım: Sener Soysal
© 2008 altkitap
Yapıtın tüm yayın hakları saklıdır.
Tanıtım için yapılacak kısa alıntılar dısında
yayıncının izni olmaksızın hiçbir yolla çogaltılamaz.

altkitap@altkitap.com
[ ] Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı
Sener SOYSAL
Proje: “Fotografa Yazı”
Ceyda Zeynep Koyuncu
Tasarım: Sener Soysal
Fotograflar: Kadriye Soysal
Aralık 2006
2008

[ ] Bu isin basında ve sonunda siz vardınız.
Fotograflara kısa hikâyeler yazma, yani biraz
meddahlık yapmaya çalısma fikri de, bu fikrin
çıkmasına neden olan güzel fotografların sahibi
de ve en önemlisi bu konuda bana inanan ve
güvenen de sizdiniz
Tesekkürler…
[ ] Kadriye’ye…
Ceyda’ya…
1
[çindekiler]
[S. 02-15] [Bile Bile… Bilmezcesine]
Adını Bilmedigim Kıza, Kayıp Zaman, Saatler, Topaç- O mu Bizi Çeviriyor Biz mi Onu, Kader- R’ay’rılık Hikâyesi,
En Sen, Kardesim Kardasım Gardasım, ‘Yılmak’tan Yılan, Köprüyü Geçmek, Kaybolmayan…, As’k’edi, Kediler,
Gitme Zamanı
[S. 16-24] [Basımdan Geçmisçesine]
Defin(e), Bir 2ki Üç Tıp, Sanatla, Dönme Dolap, Kurmaca 2çinde Kurmaca, Köysüz, Hayallah, Kırmızı
[S. 25-30] [Uçsuz Çöllerde Düsünmemecesine]
Kahretsin, Bilmemece, Devren Satılık Beyin, Ren’k’aos, Küçük Büyük
[S. 31-36] [Dünyadaki Her Seyin Bir Kapak Oldugu Düsüncesiyle]
Günes Kapagı, Vücut Kapagı, Zarfın Zaafı, Toprak Nedir, Klozet Kapagı
[S. 37-47] [Yanılsamalı Hikâye]
Mahkeme
[S. 48-56] [Fotografı Olmayan Hikâye]
Oysa Ben Halen Küçügüm
[S. 57-74] [Kısa Film Hikâyesi]
Günü Birlik Sahte Cennetin Kayıkları: Ada Vapurları
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
2
[Bile Bile… Bilmezcesine]
Ey dil hele alemde bir adem yok imis
Var ise de ehl-i dile mahrem yok imis
Gam çekme hakikatte eger arif isen
Farz eyle ki el’an yine alem yok imis *
FUZUL2
* Ey gönül! Hele su dünyada adam gibi bir adam yokmus. Var ise de gönülden anlayan bir sırdas bulunmuyormus. Eger bilge isen su dünya için asla
gam çekme ve tut ki dünya dünya diye bir sey de zaten yok imis.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
3
[Bile Bile… Bilmezcesine]
Adını Bilmedigim Kıza
2lk nerede karsılastık seninle, bilmiyorum.
Belki daha çocukken, bir kapı aralıgında karsılastık ilkin. Gerçekten
birbirimizi bilmiyorduk. Hatta ilk görüste nefret bile etmisizdir
birbirimizden, bilinmez ki. Ben, annemin elini sıkı sıkı tutmus, evin
akıllı çocugu, mecburen apartmanınızdaki altın gününe katılıyorum.
Evet, sen de kapı esiginde öyle heyecanla birini bekliyordun, belki
babanı. Her gün getirdigi horozlu sekeri… Bilinmez.
Bildigim tek sey var, gözlerin… Gözlerini gördügümde unuttum
zaten oranın neresi oldugunu. Belki dedigim gibi bir kapı önüydü,
belki sekiz otuz vapuru. Salas bir barda mı, bir otobüs kuyrugunda
mı, üniversitede bir agaç gölgesinde mi nasıl bileyim. Tek
gördügüm gözlerindi o an dünyada. O an kahverengi gözlerinde
hayat buldum, aklımı yitirdim, asık oldum.
Seni görünce unuttum derdimi de, dermanını da. Tek derdim sen
oldun. Dermanını bulamadıgım derdim… Derman senden gelecekti
ama sen sen neredeydin, bilmiyordum ki. Gülüyorum kendime,
çünkü adını bile bilmiyorum. Bir kere gözlerinden sifayı kaptım, ilk
görüste ask olayı iste, bir daha iyilesemedim.
Beni asık ettin kendine güzel kız, bir seyler yazmama neden olan
güzel kız… Adını bilmedigim kız… Bu hikâyeyi sana ithaf ediyorum,
bu fotograf karesini, olmayan kitabımın önsözünü… Her seyin
baslangıcı sensin, adını bilmesem de…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
4
[Bile Bile… Bilmezcesine]
Kayıp Zaman
Zaman ellerimin arasından akıp giderken bir türlü
tutamadım, sıkı sıkı saramadım. Onun için hiçbir zaman
‘zamanı geldi’ diyemedim. Zamanı nasıl kullanacagımı zaman
zaman düsündüm, ama bir yol bulamadım. Bunun için hep
kaybeden oldum.
Asık oldum, ‘simdi zamanı degil’, dedim. ‘Daha zamanı var…’
Sanki nereden biliyordum ki ask zamanının ne zaman
gelecegini…
Yazdım, çizdim, bir seyler karaladım. Kimi zaman begenildi,
kimi zaman yüzüne bakan dahi çıkmadı. Bir zaman da
fotograf çektim, zamanı dondurdugumu sandım. Anladım ki,
makinenin mercegi göz bebegimin önünden kalkınca her sey
yine aynı hızla akıp gidiyor… Yine de sanatı sevdim, tüm
zamanımı ona verdim.
Sanat içindeki naçiz hobilerime olan bu tutkum yüzünden isi
olmayan adam oldugumu ögrenmem çok zamanımı aldı.
Zanaat ögrenmek için, çırak olmak için vakit geçmisti.
Okuyayım dedigimde ise, elimde okul denen sey kalmamıstı.
Zamanın aman vermedigini, insanın gözünün yasına
bakmadıgını çok geç anladım. Anladıgımda da zaman benim
için fazlasıyla geçmisti.
Keske su hayatta da futboldaki gibi kaybolan zamanlar
sürenin sonuna eklenebilse….
Keske…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
5
[Bile Bile… Bilmezcesine]
Saatler
Saatler… Tanıdıgım en büyük düzenbazlar, sahtekarlar, yalancılar,
sunlar, bunlar..
Bize zaman yerinde sayıyor gibi gösteriyorlar. ‘Bakın, ibre yirmi dört
saatte bir aynı yere geliyor. Gün degismiyor’ diyorlar. Oysa zaman
akıp gidiyor.
Her gece yarısı saate bakısımda saatin on iki yi vurdugunu
görüyorum. Ama her aynaya bakısımda cildimin biraz daha
yıprandıgı ortaya çıkıyor, yaslanıyorum.
Saatler o çemberin her bir noktasını sürekli tavaf ederken, aynı
zamanda günün degistigini bize anlatmıyorlar. Bunu hep bizden
saklıyorlar.
Saatler… Tanıdıgım en büyük düzenbazlar, sahtekarlar, yalancılar,
sunlar, bunlar…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
6
[Bile Bile… Bilmezcesine]
Topaç – O mu Bizi Çeviriyor Biz mi Onu
Topacın etrafına ipini iyice sar, sonra ipi tutup topacı hızlıca fırlat. ste
bak ne güzel dönüyor. O mu beni çeviriyor ben mi onu? Üstelik öyle güzel
süslemisler ki. Yaldızlı neli bak ne güzel parlıyor. O mu beni çeviriyor ben
mi onu? Ah ahh… Bizim zamanımızda böyle güzel topaç nerede? Ama
iste emperyalist düzen haliyle, son kalite ama tek düze sıradan, seri
üretim çıkıyor her mal. O mu beni çeviriyor ben mi onu? Biz ise devrimci
gençligiz evlat. Emperyalistin karsısında durur onları protesto ederdik.
Hatta 6. Filoyu denize bile döktük. O mu beni çeviriyor ben mi onu?
Aslında tabi evlat biz sistemin çarklarından biri olmustuk çoktan.
Devlete kapagı atıp her seyi kabullenir görünmüstük. Ama içimiz o
denize döken gençlikleydi. O mu beni çeviriyor ben mi onu? Böyle
dedigime bakma. Çok kızıyorduk tabi. Olur mu öyle sey, devlet var
hükümet var. Kanun var, nizam var. Size mi kalmıs cumhuriyeti
kurtarmak. Hele bir çevrenizi düzeltin. Su çocuk niye topaç satıyor,
tabi ki kimse yardım etmediginden. O mu beni çeviriyor ben mi onu? Yani
tabi ben de sey… O iki milyon isterken topaç için bir milyona pazarlık
yapmamalıydım, tabi sey… O mu beni çeviriyor ben mi onu? Dedigimi yap,
yaptıgımı yapma. O mu beni çeviriyor ben mi onu? Sen oku, büyük adam
ol, devleti daha bir iyi yap. O mu beni çeviriyor ben mi onu? Emperyalizm
karsıtı olursan hakkımı helal etmem. Amerika’nın bize ne zararı var. O
mu beni çeviriyor ben mi onu? He he bak kola içiyoruz ne güzel. O mu beni
çeviriyor ben mi onu? Bizim atalarımız Orta Asya’lı ne sandın. Kımız
içerlerdi, evlat, Amerika neymis, bir Türk dünyaya bedel. O mu beni
çeviriyor ben mi onu? Simdiki durumumuza bakma. stesek alayını…
O mu beni çeviriyor ben mi onu? Dünya bir topaç aslında. Dön dünya dön!
2nsanlar islerine göre kendi eksenleri etrafında, islerine göre baskalarının
etrafında dönen topaçlar…
Dön topaç dön… Feyz alalım senden… Sen mi bizi çeviriyorsun, biz mi seni?
Ögrenelim çevir kazı yanmasın hesabı yaparken…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
7
[Bile Bile… Bilmezcesine]
Kader – R’ay’rılık Hikâyesi
ki ray birlesir…
Pür nesesindir, sevinçten dört kösesindir. En sevdigin gelmistir uzak diyarlardan. Kaf
dagının eteklerinden geçmis, zümrüd-ü ankanın kanadında seyir etmis, yamacında
inivermistir.
Ve hemen ayrılır…
Kavusmak kısa sürer. Ayrılma vakti, yagmurun yeryüzüne düsme süresi kadar hızlı gelip
kapının zilini çalmıstır. Mekanik kusların öterken ardından döktügün su çoktan buhar
olmus, bulut olmus; bir yerlere yagmur olmus, göz yasların olmustur. Zaman ‘aman’
diyemeden akmıstır pınarlarından.
Kader…
Raylar birlesse de bazı yerlerde…
Birbirlerini kesseler de ayrılmak zorundadırlar. Çünkü trenler tek ray üzerinde
gidemez.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
8
[Bile Bile… Bilmezcesine]
En Sen
Sen günler efendim,
Adım Senol Senogul, kendisi en kıymetli seyim. Otuz üç yasındayım,
senim, gülmeyi severim, dogum günü pastamın üzerindeki üç yüz otuz
üçüncü mumu da üflemek isterim. Yasamayı sevmemden degil, o sekilde
çekilecek fotografların daha sen çıkacagını düsündügümden…
Söyle güzel bir kızla evleneyim. Adı Senay olsun, birlikte yakamozları
seyredip, “deniz ve mehtap”ı söyleyelim. Eger adı Senay olmazsa
derseniz, e degistirir canım. Benim gibi sen sakrak çocugu bulmus, isim
degistirmek çok mu zor?
Üç kız, üç oglum olsun isterim. Kızlar Sengül, Sengün, Aysen olsun.
Günleri, ayları sen olsun, hem sen olsunlar hem yüzlerinde güller açılsın.
Oglanlar da Ersen, Sener, Sencan. Hiçbir sey olamayıp sokakta su
satsalar bile hep mutlu, umutlu sen yigitler olsunlar diye. Rivayet olunur
ki, insanlar adlarıyla yasar.
Sen Blokları, S Blok’ta bir evim olsun isterim. Altında ailecek islettigimiz
Sen Bakkaliyesi… Üniversite falan istemem adı sen olsa bile. Çünkü
eskinin tonton sen bakkal amcalarına da ihtiyaç var.
Artık anlayacagınız gibi sinemada favorim Sener Sen ve tabi ki babası Ali
Sen. Nur içinde yatsın. Futbolda ise Fenerbahçe, eee Ali Sen baskan…
Ben bir tek su üç günlük dünyada üzülmemek isterim, sen olmak isterim
aslında. Bunun yolu da herkesin sen olması sanırım, duygularıyla da,
adlarıyla da. Öyle düsünüyorum… Çünkü rivayet olunur ki; her sey,
herkes adlarıyla yasar.
Sen kalınız.
Senkal oglu Senol
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
9
[Bile Bile… Bilmezcesine]
Kardesim Kardasım Gardasım
Sen benim kardesimsin. Aynı karından çıkmısız, aynı
topraga girecegiz. Aynı ananın sütünü içtik.
Damarlarımızda aynı koyu sıvı var, aynı kanı tasıyoruz.
Sen benim kardasımsın. Sınırlarından hiç çıkmamamız
gereken o her yanı tezek kokan köyümüzdeki evimizin
damında az mı yattık geceleri? Soguklarda cebimizde
fırından yeni çıkmıs patatesin sıcaklıgıyla az mı okula
yollandık karda kısta, kara çamura bata çıka…
Sen benim gardasımsın. En son seninle bir garda
sarılmıstık. Gözlerimiz yasla doluydu, aglamamak için
kendimizi zor tutuyorduk. Tren, peronda duruyordu iste.
Öglesonrası Ekspresi diyordum ben adına; seni alacaktı
buralardan, ta Almanyalara tasıyacaktı. Zaten
memleketten bu kadar uzakta, 2stanbul’da, Sirkeci’de
yapayalnızdık. Simdi sen beni bir kez daha yalnız
bırakıyordun. Ama varsın olsundu, hiç olmazsa senin
hayatın kurtulacaktı.
Gardasım… Seni ellerimle trene bindirmistim. Bavullarını
kompartımanına ben tasımıstım, ben. Hatta tren gözden
kayboluncaya kadar birbirimize el sallamamıs mıydık,
dayanamayıp salya sümük aglamamıs mıydık? Sen hangi
ara indin de gemiye bindin ha? Hangi ara Alman treninden
vazgeçtin de meçhule kalkan gemiye… bindin…
Kardesim, kardasım, gardasımsın. Aynı karından önce ben
çıktım, sonra sen. Peki topraga girmekte nedir bu acelen?
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
10
[Bile Bile… Bilmezcesine]
‘Yılmak’tan Yılan
Yılandan korkmam, yalandan korktugum kadar.
Yalandan da korkarım, yılandan da aslında. Çünkü ikisi de adamı yer bitirir.
Kemirir, anlatabiliyor muyum? Ama yılandan korkmam diyorum, yalandan
korkuyorum. Çünkü yılan bedenini bitirir, yalansa ruhunu tüketir!
Yalandan korkmam, yılandan korktugum kadar.
Yalandan çok korkarım dedim ya, bir yerde yalan söyledim. Çünkü bir de
yılanlar var. Sürüngenler sınıfına dahil olan hayvanlar degil kastettigim.
Dünyadan ve öte dünyadan tamamen vazgeçen, gözü dönen ve bu yüzden her
seyi yapabilecek insanlar… Onlar yalana göre korkulu rüya. 2nsanın ruhunu
bitirirler, bedenini bitirirler, onlara uyan insanın elinde hiçbir sey kalmaz.
Yılan… Yalan… Yine yılmak fiilinden türetilen yılan…
Simdi ben hangi sözü kullanmalıyım? 2lkini mi, ikincisini mi? Aslında orijinal söz
birinci tabi ki. Ama ikincinin de bir anlamı var kanaatimce. Söyledigimde herkes
kelimelerin yerini karıstırdıgımı düsündüklerinden kahkahalar atsa bile, o da
anlamlı bir söz.
Simdi ben ne yapmalıyım? Yılan hayvanından da, yalandan da, yılan insandan
da korktuguma göre… Ne yapmalıyım?
Kimse bana yılan demesin, çünkü yılmak istemiyorum. Lütfen bir cevap verin,
ne yapmalıyım?
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
11
[Bile Bile… Bilmezcesine]
Köprüyü Geçmek
Hayat pınarının üstünde herkes gibi senin de bir köprün vardır. Dogdugunda bu
köprünün bir ucundan digerine dogru emeklemeye baslamıssındır.
Köprünün uzunlugunu kader belirlemistir, seklini ise sen seçmissindir.
Hızına karısabilir misin? Hayır. Köprü üstünde hızlanmak, yavaslamak yasaktır.
Duraklamak ve park etmek yasaktır. (Çünkü zamana aykırıdır.) Hız-zaman grafigin
çizilmistir bir kere; ivmesiz, sabit V hızıyla, t sürede köprüyü kat edeceksindir.
Yola çıktıgında elinde kötü bir köprü oldugunu iddia etmek saçmadır, çünkü köprü
üzerindeki ilk adımından itibaren her ayrıntıyı kendin belirlersin. Sans oyunlarından
medet umup yürüdügün köprüde bir degisiklik olacagını beklemek de bir ise
yaramaz.
Torpil imkansızdır. Mevki kullanımı, rüsvet, ‘hamili yakinimdir’ yazılı kartlar sabit
hızını, ivmeni ya da köprünün boyunu degistirmez. Ayrıca hayat pınarını geçince
karsına çıkacak olan Sırat’ta da büyük zorluklar yaratması söz konusudur.
Bazen yanına farklı bir köprü yanasır. Üzerinde seninle aynı hızda ilerleyen biri
vardır. Hemen ikiniz de korkulukları yıkar, köprülerinizi birbirine baglarsınız el ele
tutusarak. Artık ikiniz de hayatınıza birbirinizi katmıssınızdır. 2ste bu mutluluktur.
Sonra kesin bir sorun çıkar, aslında hızlarınızın farklı oldugu gerçegi ögrenilir,
birbirinizi sevmenize ragmen ayrılırsınız. 2ste bu da asktır.
Yolun sonuna geldiginde dogdugundaki gibisindir. Yine elinde hiçbir seyin yoktur.
Sevaplar ve günahlardan baska…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
12
[Bile Bile… Bilmezcesine]
Kaybolmayan…
Bir yerlere yazmak lazım… Ne yazdıgının
önemi yok, nereye yazdıgının da.
Bir fotograf karesinin arkasına, bir papirüsün,
kagıdın üzerine yazmalı; gerekirse kagıt
olmasını beklemeden agacın üzerine kazımalı
düsünceleri. Nazım gibi dünyaya ancak
parmaklıklar arasından bakacak kadar
yakınsan, duvarlara dizmeli siirleri, metinleri.
Ya da bir çocugun kısın bugulanan camlarının
üzerine ismini yazması gibi…
Yeter ki anlatılsın hisler, düsünceler; zihinden,
yürekten geçenler…
Bir yerlere yazmak lazım. Beyin kıvrımlarının
içine gizlenen ne varsa, kayıp esya bürolarının
tozlu raflarında yerini almaması lazım. Bunun
için…
…Paylasmak lazım.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
13
[Bile Bile… Bilmezcesine]
As’k’edi
Bildigim bir kedi var bu alemde, adını bilmesem de..
Bir fotograf makinesi vizöründen ona baktıgımı bilen, ta vizörün
ötesinden gözlerimin içine gözlerini diken… Bir kedi…
Bir özelligi yok gibi…
Bogazı seyretmek yerine bana poz vermis, kuyrugunun minicik bir kısmı
gölgede kalmıs, genel itibariyle hava kosullarına maruz bırakılmıs bir
sokak kedisi…
Bitli, pireli demek istemem, ah almak… Ama sokak kedisi iste, ne
bileyim.
Bir özelligi yok gibi…
Bildigim bir kedi var bu alemde, adını sanını sülalesini bilmesem de…
Yüzü bir daha görmeyecegim bir kedi. Görsem de tanıyacagımı
sanmadıgım…
Bir özelligi yok gibi…
Ama kisiye göre degisir. Birazdan bir kadın alır, doya doya sever.
Ask, nereden geldigi belli olmayan ilginç bir sey. Üstelik hiç kimsenin
duygusu bir degil. Birinin çok güzel dedigi birine digerinin çirkin
diyebilmesi… Ben begenmem, ama asık olan ‘o kisi’yi begenir. Hiç belli
olmaz, derin mevzudur bu.
Ayrıca ask için çesitli uyarı isaretleri konulmalıdır. ‘Dikkat! Çarpar.’
Dikkat! Çıkabilir.’; ‘Dikkat! Bitebilir’, ‘Dikkat! Sizi yiyip bitirebilir.’ bunların
baslıcaları olmalıdır.
Ask… Benim adını bilmedigim, su alemde tanısmıslıgım olan tek kedi gibi
bir sey…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
14
[Bile Bile… Bilmezcesine]
Kediler
Kedileri, bir türlü sevemedim. Hep aramızda bir uzaklık, anlasmazlık, bilenmis
bakıslar.. Aslında ne tırnaklarından korkuyorum, ne de kuduz falan olmaktan…
Tamam, biraz korkuyorum ama bunun sevmeme nedenimle ilgisi yok. Gerçekten
yok. Ayrıca sunu da belirteyim, derdim güzel tüyleri olması ya da bunları etrafa
dökmesi de degil.
2nsanların (daha çok ‘havva’ların) bazılarına bakıyorum, bir bina misaliler. Dısı
tamamlanmıs; içi de oldugu gibi, insaat halinde bırakılmıs bir bina. Çünkü
müteahhitle anlasmıslar. ‘Ben evimin içini kendim dekore ederim.’ demisler. Bu
devirde herkes ‘dizaynırım’ diye ortalıkta geziniyor ya.. Soruyorum o zaman.
Madem yan gelip yatacaksın, evini güzellestirmeyeceksin… Madem dekor falan
bir zevkin yok, bir seyden anladıgın yok… Madem kendini gelistirme, düsünme,
uygulayabilme gibi özelliklerin yok… Ey ademoglu, neden içi döseli bir ev
istemedin müteahhitten?
Ondan sonra böyle oluyor iste. Dısta muhtesem bir güzellik, bir mimari harikası…
Yapıca saglam, genelde malzemeden çalınmamıs oluyor üstelik. Ama bir
bakıyorsun kafanın içine, bos. Neden, diyorsun. ‘Neden kendini gelistirmedin?’
Cebinde yüz tane eprimis, çürümüs kelimeden baska bir seyi olmadıgından cevap
bile veremiyor.
‘Aklı havada Havvalar’dan iste…
Dısına bakınca bir sey sanıyorsun, içini görünce ondan vebalı gibi kaçıyorsun.
Kavun degil ki iste koklayıp, alasın. (Onun da kelek çıktıgı oluyor gerçi ya) Onun
için aman diyorum, iyi-kötü dıs görünüsü ne olursa olsun dikkat et oglum.
Aptallık en büyük günahtır. Tedbirli davran, günah kazanma.
Ama bu sefer de bir sogukluk mu giriyor ne? Biz de senin meraklın degiliz zaten
tripleri falan…
Velhasıl kediler gözümde yüksek mevkilere gelememislerdir. (Gerçi onlar da çok
meraklı degiller ya, neyse…) Yine de biraz çaba iki taraf için de iyi olmaz mı?
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
15
[Bile Bile… Bilmezcesine]
Gitme Zamanı
Hikâyeler tasırım cebimde.
Anlatır güldürür,
fikrimle düsündürür,
her yerde sevdirir dururum hikâyeleri…
Sevmek isteyen herkese
Bakarım ki azalıyor cebimdeki kelimeler git gide…
Bitmesini istemem, eksilmesini de.
Ama biter elbet istemesem de.
Tesekkürler dinleyenlere.
Hikâyelerim bitti, gitme zamanı geldi.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
16
[Basımdan Geçmisçesine]
Dost bi-perva felek bi-rahm devran bi-sükun
Dert çok hem derd yok düsman kavi tali zebun*
FUZUL2
* Dost aldırıssız, felek acımasız, devir kararsız / Dert çok, dert ortagı yok, düsman zorlu, talih güçsüz
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
17
[Basımdan Geçmisçesine]
Defin(e)
Mutsuzum.(Ayy, kıyamam!) Yasamın anlamını yitirdim. (Filozofça bir söylem,
höh!) Yüregim buruk. (Asık mıyım neyim?) Vesaire, vesaire..
Sudan bahanelerimle susuz kalmıs topraklara karısmak lazım. Kurtulmak
lazım herkesten, her seyden. Anlasılan tek çare intihar…
Uzatıyorum kafamı rayların üzerine. Gözlerimi kapatıyorum ve düdüklerin
keskin sesini bekliyorum. Keskin ses, keskin ray, keskin tren…
Uzakta konusan birilerinin sesi geliyor kulagıma: “Su rayların birbirini kestigi
noktayı da kazacagız. Eee oglum, paran olsun istiyorsan kazacaksın elbet.”
Yoksa diyorum, bir hazine… 2stanbul’un meshur definecilerini düsünüyorum.
Onların define haritalarındaki isareti aklıma getiriyorum. Sonra ise yerdeki
rayların olusturdugu sekle bakıyorum, hemen gözlerimi yumup
düsünüyorum. Aynı isaret, X. Acaba kaldırsam mı basımı, açsam mı
gözlerimi? (Yok yok, intihar etmeliyim. Neden çok; issizlik, geçim sıkıntısı, su
bu). Acaba paran varsa, ölmek yerine yasamak daha mı iyi? (Tabi ki oglum,
bu da soru mu. Sıkıntılar uçar gider. Memleket dügünlerinde de saç
paraları… 2stanbul’da zengin oldu desinler. Nam Sal. Ohh.)
Gözümü açtıgımda eli kazmalı bir adamla göz göze geliyorum. Arkada da
arkadasları var. Kürekli, belli; yorgunlukları gözlerinden belli arkadasları…
Kalkıyorum yerden mecburen. Adam, kazı yapacaklarını söylüyor. Meraklı
gözlerimi görünce ekleyiveriyor belediyenin ekibi olduklarını. Kaldırımları
yenileyeceklerini… Bunun için tramvayın da kaldırıldıgını (Bahtsız bedeviyim,
bula bula tramvayı buldum, o da seferden kalkmıs.)…
…anlatıyor.
Yine umutlar sona erdi. Define de, defin islemleri de…
Define, söz gümüs hesabından, okudugunuz hikâye oldu. Tren raylardan
geçti… Ama…. Bedevi, ölümü yanlıs rayda bekliyordu.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
18
[Basımdan Geçmisçesine]
Bir ki Üç Tıp
Benim için sıkıcı bir ortam. Zifiri karanlık
bir barda oturuyoruz arkadaslarla.
Arkadaslar hatrına… Bangır bangır bir
müzik çalıyor arkada hiç durmadan,
masada bir muhabbet alıp gidiyor herkesi.
Biralar bosaldıkça siseler muhabbetle
doluyor. Ben hariç. Çünkü
konusamıyorum.
Bana o kadar yazma kuvvetini veren,
yumurtaya bile can veren allahım biraz da
konustursaymıs beni ya.. Sonra böyle
oluyor iste. Sen yalnız basına can sıkıntısı
içindeyken millet muhabbetle ehli keyf
oluyor. Hele aramızda biri var ki; bir
konusuyor, pir konusuyor. Tüm ilgi onda.
Ne söylese dinleniyor, dogru kabul
ediliyor. Biliyorum ki, çok mal haramsız,
çok laf yalansız olmaz. Ama kime
anlatacaksın derdini.
Her sey yine o çok konusanın basının
altından çıktı. Herkes trenle ilgili bir sey
söylesin, dedi. Sırayla basladılar. “Tren,
öpsün seni Zeki Müren” gibi özlü(!)
sözlerden Kemal Sunal’ın içinde gar
geçen filmlerine kadar pek çok sey
konusuldu. Hatta biri ‘gardas’ diyerek gar
kardesligine dem vurdu. Korkarak
bekledigim sıra bana geldi.
Ben trende dogmusum. 2kinci vagonda bir
kompartımanda, Ankara 2zmit arasında bir
yerde… Tesadüfen bizim vagonda
yolculuk eden bir hemsire sagolsun
yardım etmis, sıcak sular havlularsa
yemek vagonundan gelmis. Halen beni ilk
sardıkları TCDD armalı havluyu saklar
annem. Asıl merak ettigimse nereli
oldugum. Tren sürekli hareket halinde
oldugundan aslen nereliyim, anlayamadım
gitti. Hemsire kadın anneme “ıkın ıkın, ha
gayret” derken geçtigimiz A köyüne mi,
“Kafası göründü” derken geçtigimiz B
köyüne mi, yoksa popoma vurup
aglattıkları zaman geçtigimiz C köyüne mi
aitim? Test sisteminde üç sıklı bir soru.
Dogru cevap sansı yüzde otuz üç nokta üç
üç üç üç…… diye uzuyor. Siz ne dersiniz?
A, B ya da C?
Diyecegim aklımdaydı, hazırdı ama
duraklamıstım yine, neredeyse park
etmistim. Ama park yasagı olan yerdi
burası. “Ne o” dedi çok konusan, “Öküzün
trene baktıgı gibi ne bakıyorsun?” Sonra
güldü herkes gibi. “Bak senin bulamadıgın
treni de dedim.”
Daha da sustum, konusamadım, gık
diyemedim. Biramı içmeye devam ettim.
Onlar yanlarından ayrıldıgımın farkına
vardıgında çoktan 2stiklal’deydim.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
19
[Basımdan Geçmisçesine]
Sanatla
Bogaz kıyısında oturuyorum,
elimde ufak pilli bir radyo.
Radyo cızırtılar esliginde
açılıyor. Biraz dügmelerini
kurcalayınca sanat
müziginden nagmeler
çalmaya baslıyor.
Yesil gözlerinden muhabbet
kaptım, diz çöküp önünde
yıllarca taptım. Kalbimi
ugruna bir köle yaptım…
Asıgım. Yesil gözlerin kölesi
oldum. Söyleyemedim bu
askı; yandım, kül oldum.
Cimri mi cimri bu gönül, eger
severse…
Herkesten sakladım askımı,
kaçtım. Saçma nedenler,
saçma korkularla yasadım bir
süre. Söylersem, onu
tamamen kaybedecegimden
korktum. Söyledim ama…
Yesil gözlerini ufkuma ger ki,
bahar geldi diye türkü söyleyem..
Sarı saçlarını yüzüme ser ki,
koklayıp öperek yaz geldi diyem…
Korkum önümü kesti, ancak bir
mektupta söyledim. Birkaç
sarkıdan alıntı yaptım, methiyeler,
siirler yazdım. Ama en önemlisi
‘seni seviyorum’ dedim.Ve bu
bogaz kıyısında onu
bekleyecegimi söyledim.
Her sey sarkılardaki gibiydi
aslında. Bir bahar aksamı
rastladım üniversite kantininde.
2lk görüste anladım ki, o yesil
gözleri gördügümde dönülmez
aksamın ufkundaydım. O gece
bütün meyhanelerini dolastım
2stanbul’un. Bu ne sevgi ah, bu
ne ızdırap dedim, ask için. Ask
sarhosluguma içkinin de
katılmasıyla costum; kadehinde
zehir olsa ben içerim bana getir,
dudakların mühür olsa ben açarım
bana getir, diye naralar attım
bogaza karsı. Sesimde sarkısı
askın, ziyan olup gidiyordu ki, bir
bankın üzerinde sızmısım. Ask
iste.. Ya da aptallıgım iste…
Simdi iste asık oldugum günün
gecesinde uyuyakaldıgım parkın
yanındaki kafedeyim. Gelmesini
ümit ederek bekliyorum. Elimde
ufak pilli bir radyo. Sanat müzigi
çalıyor. Sunucu anons ediyor:
Evet efendim, simdi de ‘Elveda
meyhaneci’ yi dinliyorsunuz.
Elveda meyhaneci.. Bir mesaj gibi
degil mi? Sanki bana diyor,
sevdigim gelmeyecek ve elveda
diyor. Belki paranoyakça ama…
Gelmedi, bunca saat o bos
masalara baktım durdum.
Gelmedi.
Galiba ben aptalım. Estagfurullah
demeyin, öyleyim. Ask mask
hikâye. Ben sadece sandım. Sanat
müzigiyle kendimi kandırdım.
Bir sandaldan kendini bogaz
akıntılarına bırakmak isteyen bir
aptal asıgım ben…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
20
[Basımdan Geçmisçesine]
Dönme Dolap
Omzumun üstünden arkama dogru
baktıgımda bir lunaparkın dönme dolabını
görüyorum. Önünde ise parasızlıktan
binemeyen, yine de sürekli orada
beklesen iki küçük kız… Geçmise dönüp
bakmayı sevmem aslında. Anlatmam da
ayrıca, kimseyle paylasmam normal
zamanlarda. Hep bir karanlık nokta… En
sevdigim renk siyahtır, tüm kıyafetlerim
de öyle. Oysa bugün beyaz bir tisört var
üzerimde… Beyaz…
“Bana kalbin kadar temiz, bu beyaz
sayfayı ayırdıgın için tesekkür ederim. En
sevdigim arkadasımsın.”
Önceleri dönme dolaba binememe
nedenimizi bilemiyorduk. Fakirlik mi, evet,
ta kendisiymis. Babamızdan para
istedigimizde cevap verecek gücü bile
yoktu. Basit bir memurdu iste. Tek
yapabildigimiz beyaz bir defter alıp ‘hatıra
defteri yapabilmekti’. Paramızın tek
yapabildigi… 2ste o zaman ben ve en
sevdigim arkadasım birbirimize söz verdik.
Öyle çok para kazanacaktık ki, o lunaparkı
bir gece kapatıp sabaha kadar dönüp
duracaktık.
“Bedava yasıyoruz bedava!
Otomobillerin dısı, sinemaların kapısı,
camekanlar bedava!”
Okuduk, ne okudugumuzun önemi yok.
Para kazanalım yeter. O sıra Orhan
Veli’yi de ögrendik. Hava bedava, peynir
ekmek degil ama acı su bedava, dedik.
Ama sistemin dislilerinden olmayı kabul
ettik. Sebep, yine para…
“… sekiiz, dokuuz, oon. Önüm, arkam,
sagım, solum sobe. Saklanmayan ebe.”
Nitekim sonunda para kazandık. Çok
kazandık. Ama simdi… Önüm, arkam,
sagım, solum, karanlık. Bizse
saklanamadık. Bir gece boyu, hatta
kusana kadar dönüp durmak istedigimiz
dönme dolap meger hikâyeden
ibaretmis, bunu ögrendik. Asıl dolaplar,
hayatta döndürülüyor… Çark çevrilip
insanlara felek kısmet dagıtılıyor…
mus…
Artık her gün aynı dolaba uyanıyoruz.
Dönüyoruz, dönüyoruz, dönüyoruz. Hiç
durmadan… Midemiz bile bulanmadan..
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
21
[Basımdan Geçmisçesine]
Kurmaca çinde Kurmaca
Bu ise basladıgımda her sey bir kurmacadan ibaretti.
Dünyadaki her sey gibi. Yasamak gibi. Biri senin ne
yapacagını biliyorsa bu sanırım kurmaca olur. Tabi bazı
seçimler senindir, yönetmen dogaçlama yapmana izin verir.
Ama yine de bence bu isin adı degismez: Kurmacadır ve
öyle kalacaktır.
Ben basit bir adamdım dünyadaki bu tanımlamanın yanında.
Elbette ve hasa dünyanın yönetmeni degilim. Kurmacanın
içinde kurmaca üretmeye çalısan bir kuldan, bir senaristten
ibaretim. Yani senarist sayılırım. Yani aslında çekilmis hiç bir
filmim yok. Olabilecegini de hiç sanmadım. Çünkü büyük
yönetmenin figürasyon takımından oldugumu kafa vura vura
ögrettiler. Kafamdaki her sorunun cevabını verdiler, soru
isaretlerimin kuyruklarını düzeltip, ünlem yaptılar. Ben
kimim? Hiçsin! Ben neyim? Hiçsin! Dünyada iyi seyler
yapmalı mıyım? Sen kimsin ki! Düsün adamı oldugum gibi
eylem adamı da olmalı mıyım? Duymadın galiba sen kimsin
ki, ha! Sen adam mısın oglum, sen hiçsin! Sonunda bir
baktım ki uçurumdan düsüyorum, yok yok böyle Bugs
Bunny ve Daffy Duck gibi gökdelenin tepesinden
düsüyorum. Bugsy kafasında bir soru isareti olusturup
çengelini bayrak diregine takıyor ve kurtuluyor. Benim
zihnimde ise sadece bir ünlem var. Ucunu bükmeyi
basardıgım anda ise asfalta çarpmıs oluyorum. Çizgi film
oldugu için, çocuklara kötü örnek olmamak için ölmüyorum.
Ama yasamıyorum da, çünkü figüranım.
Nerden geldigi bilinmez bir el, beni o asfaltta açtıgım çukurdan
çıkarıyor. Büyük yönetmenin kurmacası o anda baslıyor iste.
Kamera, ısıklar, motor diyebilen bir yönetmenin ta kendisi
karsımda duruyor. Senaryomu begeniyor nasıl olduysa ve
ilginçtir patlamalı eksınlı sahne ile baslıyor çekime. Motor
dediginde, demir parmaklıklara odaklı kamera, oyuncularımıza
odaklanıyor. Onlar kapıdan içeri girerken ise büyük bir patlama
olacak, tabi koftiden. Ama nasıl oluyorsa kofti degil, harbi bir
patlama yasanıyor. …
Peki simdi ne oldu? 2ki kurmaca çakıstı, teröristlerle bizim
patlama denk mi geldi? Yoksa bombacı terörist aslında benim
yönetmen sandıgımdı da, böylece kimsenin dikkatini
çekmeyecegini mi düsündü? Acaba oyuncu dediklerimizin
üzerinde bomba mı vardı?
Bakın, yine kafamda bir sürü soru isareti var. Ve bu sefer
bunları kökünden temizlemek isteyen birileri…
Asıl hikâye simdi baslıyor…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
22
[Basımdan Geçmisçesine]
Köysüz
Benim köyüm yok. Ben bir sehir
çocuguyum. Üstelik sehirde dogan
sadece ben de degilim. Devlet
kayıtlarına göre üç yüz yıldır
sülalemiz sehirli. Ama bir türlü ‘Ben
sehirliyim’, ‘Sehrin yerlisiyim’
demekten gurur duyamadım.
2lkokuldayken herkesin bir köyü
vardı. Dulkadirli, Muratbey, Üçler,
Kızılköy vs. 2simleri çok önemli degil.
Bana soranlara ise ‘Köyüm yok
derdim, sehrin yerlisiyim’ derdim,
gülerlerdi bana. 2nandıramazdım
kimseyi köyüm olmadıgına. Çünkü
herkeste ‘köysüz adam olmaz’ inancı
vardı. Köyüm olmadıgına göre demek
ki ben ‘adam’ bile degildim. Bu böyle
gitmez dedim sonunda,
dayanamadım. Ortaokula geçip
okulum degisince, yeni sınıf
arkadaslarıma Üçlerli oldugumu
söyledim. Bu köy hem sehre yakındı,
az çok biliyordum, bir kere
görmüslügüm vardı. Hem de
milletvekili çıkarmıstı, forsu vardı
yani. E ben de ‘sehrin yerlisiyim’ diye
niye diyeyim?
Lise bitti, büyüdük falan derken kendimizi
esnaf olmus bulduk. Bu sefer müsteri
yüzünden ne diyecegimi iyice sasırdım. Köy
adı versen olmuyor, her köy birbiriyle dost
degil çünkü. Bu yüzden ben de
söylememekte diretiyordum. Çok sıkıstırana
‘Ben trende dogmusum, nereliyim belli
degil.’ diyordum. Anlayacagınız artık Devlet
Demir Yolluydum.
Ortaokulda köylüyüm dememin nedeni
insanları inandıramamam degildi aslında.
Köy insanına imrenmemdi temeli. Mesela
ben bahçe çocuguydum. Her seyi
bahçemizde yetistirirdik, üstüne her
meyveden agaçlarımız vardı, bereketten
dalları kırılırdı. Onun için ufak bile olsa kuru
tarlanın neden kıymetli oldugunu hiç
anlayamadım. Onun için tarlaya, arsaya
yatırım yapmadım, kaybeden oldum. Onun
için hiç traktöre, biçer dövere binmedim.
Onun için hiç kasnaklara gübre doldurup
tezek yapmadım. …
Ve tutkunlar birbirlerine. Onlar gibi
dayanısma içinde olan ‘yerliler’ görmedim
hiç.
Ben köysüzüm. Köylülere tutkunlukları
nedeniyle hep imrenirim.
(Böyle köysüz deyince, öksüz der gibi daha
bir üzücü oluyor ama ne yaparsınız,
öyleyim. Köysüzüm.)
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
23
[Basımdan Geçmisçesine]
Hayallah
Öylece kapının kenarına açılmıs oyukta
dinleniyordunuz. Ellerinizden omzunuza kadar
renk renk esarplar asılıydı üzerinize. Sizin de
basınız baglıydı. Zaten yer de Sultanahmet
Cami’nin avlusu.
Hiç müsteriniz yoktu, hiçbir yabancı turist
itibar etmiyordu size. Belki içinizden
diyordunuz haklı olarak ‘Bunlar götü bası her
yeri açmıs, benim esarpları ne yapsın bea?’
Rumeli siveliydi turistlere seslenisiniz. Sanırım
Edirneliydinz. Mimar Sinan’ın büyük eserinin
bulundugu yerin bir köyünden…
Bezmis halinize ragmen üstünüzdeki renk
renk esarplarla hakikaten renkli bir görüntü
veriyordunuz. Üstüne bir de sunak gibi o
yapının içine oturunca muhtesem bir fotograf
karesi olabilirdiniz. Onun için ben de size
nezaketle sordum:
“Teyzecigim, kolay gelsin!”
“Sagol yavrum. Allah razı olsun.”
“Seyy, ögrenciyim de projem için fotografınızı
çekebilir miyim?”
“Aa, ne münasebet canım!”
Dediniz ve hemen kalkıp gittiniz. Sorması
ayıp, benim sizi yiyecegimi mi sandınız bea?
Zaten yer de Sultanahmet Cami avlusu.
Ama çaktırmayın teyzecigim, siyah
beyaz filmle sizin fotografınızı çektim,
biliyor musunuz? 2zin vermeseniz de,
yüzünüz karede hiç gülmese de….
Güzel bir kare oldu iste.
Ne münasebet, derseniz deyin ama
çok fotojenikmissiniz bea. Yeni Mona
Lisa! Etrafta aramayın, aynaya bakın,
iste tam karsınızda…
– Nasıl olmus?
– Hmm güzel yazmıssın da, seni
tanımayan yazdıgını gerçek sanır.
Hikâyenin sonuna ‘hayal ürünüdür’,
diye yazman lazım. Yani biz anlıyoruz
bunu kafanda kurguladıgını. Sende o
kadınla konusacak, üstüne azar
yiyecek, yine de fotografını çekecek,
üstelik de güzel çekecek ne yetenek
var ne de konusma gücü…
– Aman ya, bir de moralimi
bozmasan olmaz.
Bu hikâye tamamen hayal ürünüdür.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
24
[Basımdan Geçmisçesine]
Kırmızı
Üzerinde kırmızı bir bluz, ayagında kırmızı az topuklu bir
ayakkabı, elinde de sık tasarımlı kırmızı minik bir çanta…
Mevsim hazan mevsimi. Yapraklar agaçların dalları yerine
kaldırımlarda, yollarda. Rengi kırmızıya çalan armut yaprakları…
Evet, klik sesi geldi, film sarıldı, muhtesem bir kare. Eminim,
kesinlikle…
… Dur bir saniye, her sey siyah beyaz! Kahretsin ki, makinenin
içinde renkli bir film yok. O tüm kırmızılıklar tonuna göre siyah
ile beyaz arasında bir rengin sahibi olacak. Oysa bu fotograf
karesinin tek özelligi, kırmızı kardesligiydi… Yırt at kareyi, tüm
emekler bosa…
2yi ki köpekler gibi degiliz. Ben bir kareyi renksiz diye kendime
dert ederken, onlar her yeri siyah beyaz görüyorlar.
Bazen biz de hayvanlık etsek de, sükürler olsun renkli
görüyoruz dünyayı. Yoksa o güzel yesil gözlerin, kiraz kırmızısı
dudakların sahibesini nasıl bu kadar çok sevecektim.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
25
[Uçsuz Çöllerde Düsünmemecesine]
Çesmini gördüm,
Unuttum derdi de, dermanı da
GAL2B DEDE
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
26
[Uçsuz Çöllerde Düsünmemecesine]
Kahretsin
Köklerimiz kenetli degil, bunu biliyorum.
Hatta canlı bir kökümüz bile yok. Çimento
dedikleri seyle, suyu karıstırıp
döküvermisler ayaklarımızın altına.
Ayırmıslar bizi. Oysa ne güzeldik demirken,
yer altındayken, bas basayken… Simdi ise
insanlar bizi kendilerine göre güzel bir
modelin sekline sokmak için kalıplara
döktüler. Sonra kamyonlara yükleyip
getirdiler bu deniz kıyısına.
Ben, yer altındaki o sıcaga alısmıs demir
yıgını, üsüyorum. Üstelik hem bedenim
üsüyor, hem de kalbim. Bogazın soguk
rüzgarlarında bittim. Deniz manzarasıymıs,
bogazmıs… 2sterlerse dünyayı versinler
ama bu yalnızlık… Ahhh… Nerede o denizin
getirdigi söylenen huzur? Sadece efsunlu
hava içerisinde yankılanan sis düdükleri,
bagrısan, bana yaslanıp dünyaya dert
yanan, küfürler savuran insanlar var. Ben
varım bir de. Küfretmek istiyorum, beni
buraya getirenlere, yalnız bırakanlara, en
güzel dediklere manzaraya mahkum
edenler küfürler savurmak… Ama
yapamıyorum, kahretsin bile diyemiyorum…
Bir sabah biri matkapla gelip üzerimde bes
delik açıyor. N’oluyor diyemeden bir halkayı
iki delikten geçiriyor. Üzerine ise bir zincir.
Çıglıklarımı yaradan duydu sanırım. Artık
öyle ya da böyle kollarım var. Birbirimize
uzattıgımız kollarımız var. Artık
kardeslerimle demir bir agız, sımsıkı bir
bag…
Diger üç delik acaba ne olacak ki diye
merak ederken… 2ki delikanlı ile iki kız
yanıma geliyor. Delikanlılar ellerindeki
sigaralarını o delikten içeri, kafamdan içeri
atıyorlar. Benden dumanlar çıkarken
gülüsüyorlar. Kızların gözünde zeki
göründüklerini sanıyorlar. Benden dumanlar
çıkarken kasım kasım kasılıyorlar. Ben
dumanlar çıkarken gülenler!…
Kahretsin!
!
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
27
[Uçsuz Çöllerde Düsünmemecesine]
Bilmemece
Bilmecelerden nefret ediyorum. Çünkü günah, çünkü
aptallık en büyük günah! Hiçbir ise kosulmaz aptal
sorularla çocukların egitildigi düsünülüyor. Bunun için
yazık sabi sübyana.
Ben de isterim ki “çarsıdan aldım bir tane” diye sorayım
babaannem gibi. Küçük çocukmusum gibi sadece bu
sorular çıksın karsıma. Ama olmuyor bir yerden sonra.
Gerçek hayat çocuklugumuzdaki bilmeceler gibi degil. Her
sey çok zor. Ama bizi buna hazırlamadılar. Ne yapmalı,
net bir fikrim yok. Ya küçüklere bilmeceler yasaklanmalı,
ya büyüklere sorulan sorular…
Sorular duruyor maalesef. Üstelik her nesil için aynı seyler
geliyor soru niyetine. Hal böyle iken, hiç kimseye kazancı
yok sorunun da, bilmecenin de. O halde herkes kendi
aklını gütsün. Bilmeceymis falan sorulmasın, herkesin
bilmecesi kendine kalsın.
2nsanlar, sorularla, bilmecelerle baskalarının aklını
gütmeye çalısana kadar, kendi akıllarını gütmeyi
ögrenseler; her sey çok daha iyi olacak.
Bilmece
“Ihısı tısısı bitmiyor, herifi göndermeden gitmiyor.
Kimmis?”
Ka. S.
“Kafalarının içini kapatıyorlar, bari dısını
kapatmasalar. Kim bunlar?”
Ha. E.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
28
[Uçsuz Çöllerde Düsünmemecesine]
Devren Satılık Beyin
Unuttum! Herseyi, tüm bildiklerimi… Kafamın içinde ne varsa, beynimin üzerindeki tüm
kıvrımları düzeltebilecegini umarak, köse bucak tertemiz ve dümdüz bir beyin düsüncesiyle
unuttum. Düsünmeyi bile unutmak isteyerek unuttum.
Düsünmememi saglayacak bir dügme olsa, ona bassam ve tüm düsünme sistemim dursa
diye düsünürdüm önceleri…Öff… Kahretsin, bak yine hatırlıyorum düsünmeyi. Bak yine
düsünüyorum. Sürekli çalısıyor beynim, sürekli bir fikri var. Haliyle sürekli yeni bir kıvrım
ekleniyor üzerine, olanlarsa derinlesiyor. Hiçbir sey bulamazsa geçmiste düsündüklerimi
tozlu raflarından indirip yeniden gün ısıgına çıkarıyor.
Oysa tek derdim düsünceli olmam. Nasıl ki bir kumsalın düz olamayacagını bildigim gibi
insanların düsüncesiz olamayacagını bile bile düsüncesiz olmak istiyorum. Hiçbir seyi
umursamamak, hiçbir seye kafayı takmamak, üzülmemek… Çünkü düsündükçe batıyorum,
sizofren gibi bin parçaya bölünüp beynimi kemiriyorum.
Düsüncesiz biri olayım ben de. Lütfen… Bu güne kadar hep düsündüm, bir faydasını
görmedigim gibi hep zarar gördüm. Düsüncesiz desinler artık bana da ve hiç canım
yanmasın… 2stiyorum.
Düsüncesizligin çölünde hiçbir seyi olmayan bir bedevi olmak istiyorum!
Devren satılık bedava beyin. Hediyesi düsüncesi…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
29
[Uçsuz Çöllerde Düsünmemecesine]
Ren’k’aos
Kırmızı, Mavi’yi izlemesi için Sarı’yı tuttu. Sarı, Mavi’nin pesinden hiç
ayrılmayacak, her yaptıgını not edecek ve karsılıgında da yüklüce bir para
eline geçecekti. Sarı’nın Mavi’yi neden izledigi hakkında en ufak bir fikri yoktu.
Bir merak alıp götürüyordu onu. Mavi’yi en son dügün töreninden girerken not
etti. Sonrasında ne oldu, hiçbir zaman…
Olmadı…
Oglu Turuncu’yla birlikte gittigi dügünde maganda kursunu ile vurulup
hayatını kaybeden Pembe’nin kocası Yesil, maganda Kahverengi’yi mahkeme
çıkısı vurdu. Bunun üzerine aileler arasında çıkan arbedede….
Bu ne ya! Dügün ve cenaze… Yeniden…
Çapkın mankenimiz Mor’a dönüyoruz. Geçen hafta Siyah’la öpüsürken
yakaladıgımız Mor bugünse Eflatun’la birlikte objektiflerimize yakalandı ve “Biz
Lacivert’le sadece arkadasız” dedi. Dogrusu Mor, madem sevgililerini bu kadar
hızlı degistireceksin, adlarını dogru ögren canım. Ayrıca kıyafetini hiç
begenmedik mor. Ama çocuklugunda çok ezildigini söyledigin için sana on
üzerinden on veriyor ve…
Öff, saçmalama, çok rüküs. Devam…
Adam, ogluyla birlikte Sultanahmet’te otururken önlerinden geçen küçük bir
çocuk topaç satıyordu. Çocugu hemen durdurdu. Ogluna bir topaç aldı.
Evlerine döndüklerinde hem oglu hem kendisi büyük bir zevkle oynadılar. En
son çocuklugunda topaç çevirmisti adam. Simdi bu topaç da onu bir çocuga
çevirmisti, gençlestirmisti. Üstelik bu da çocuklugundaki topacın rengindeydi,
yani…
Hah, simdi oldu.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
30
[Uçsuz Çöllerde Düsünmemecesine]
Küçük Büyük
Küçük olmak varmıs su hayatta… Her zaman mutlu,
mesut… 2çleri yasama sevinciyle dolu…
Biliyorum onların da dertleri oldugunu. Büyük için
çok küçük bir sey iken, küçükler için ugruna
saatlerce aglanabilecek sorunlar oldugunu biliyorum.
Ama yine de büyüklerin kendilerine ait gördükleri,
küçükleri adamdan saymadıkları bu dünyada
çocuklar gibi sen olmak baska sey. Hatta ben bile…
Ben bile gerekirse adam yerine koyulmayayım, yeter
ki hep sen olayım diyorum. Diyorum ama o zaman
da deli diyecekler! (Sürekli gülen, üstüne üstlük bir
de altına yapan, bundan da utanmayan biri 0-6 yas
arasında degilse ne derler? Haliyle deli derler.) Su
büyükler iste…
Küçük olmak varmıs su hayatta…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
31
[Dünyadaki Her Seyin Bir Kapak Oldugu Düsüncesiyle]
Aptallar güzelligi yalnızca güzel olanda bulur.

[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
32
[Dünyadaki Her Seyin Bir Kapak Oldugu Düsüncesiyle]
Günes Kapagı
Günes balçıkla bile sıvanamasa da bazen onu da örten
bir kapak çıkabiliyor. Siz “günes tutulması” diyorsunuz,
bense “günes kapagı” diyorum. Bazen en büyük
güçlerin önünü bile ufacık bir sey kesebiliyor. Günesin
bile önünü ay, kapak gibi örtebiliyorsa… Üstelik ay tüm
ısıgını aldıgı günese böyle bir sey yapıyorsa… Vay
haline insanların. Düsünün simdi biz insanoglu
arasındaki çıkar çatısmalarını, birbirlerine takılan
çelmeleri…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
33
[Dünyadaki Her Seyin Bir Kapak Oldugu Düsüncesiyle]
Vücut Kapagı
Eline jileti aldı ve yavasça sol bilegine dogru etine bir çizik attı.
Kapak açıldı; vücudunun hayat iksiri kan, yavas yavas açılan
kapaktan süzülmeye basladı. Tüm kan bosalamadan azrail onu
alıp götürdü. Ardında solgun bir beden ve aglayan insanlar
bırakarak ayrıldı yer yüzünden.
Bedeni toprakla bulustuktan bir süre sonra kapakları dökülmeye
basladı. Geriye kuru kemikleri kaldı.
Mahser gününü; yeniden kapaklarıyla dirilecegi günü
beklemeye basladı bilinmeyen bir yerde.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
34
[Dünyadaki Her Seyin Bir Kapak Oldugu Düsüncesiyle]
Zarfın Zaafı
Sevgilisine yazdıgı ask dolu mektubunu zarfın içine koydu. Zarfın
agzını bir güzel yaladı, kapagı kapattı. Tutsun diye iyice de bastırdı
ki aman meraklı eller uzak dursun, açamasın, hasetlerinden çatır
çatır çatlasın.
Zarfı kıza götürmesi için sokakta oynayan afacan bir çocuga bir lira
ile birlikte verdi. Çocuga iyice de tembihledi ki, aman maazallah o
anası olacak sirret karı çıkarsa hemen toz ol.
Çocuk kapıyı tıklattıgında açan kız oldu. Esikte duran kız, zarfı
kimse görmeden koynuna soktu. Kız, çocugun eline bir lira
sıkıstırıp konusurken iyice de tatlı dilliydi ki, aman bak bunu
kimseye söyleme, parayla da kendine gazozla gofret al.
Kız, yüzünde kocaman bir tebessümle, mutluluktan uçarak odasına
girdi. Zarfı önce kokladı, sevgilinin kokusu vardı. Sonra kenarından
hemen ama iyice de dikkatli yırttı ki asklarının belgesi kagıda zarar
gelmesin, anası gelmeden içindekini okuyabilsin.
“Sonra kenarından hemen yırttı ki…” Bir kapak neden bir daha hiç
açılamamacasına kapatılır ki? Bir zarf neden kendini kapaksız
bırakır? 2si bitince atılacagını bile bile zarf olmak ister?
Ask için mi?…
Ask için ölmeli ask, o zaman ask… Zarf gibi… Öyle mi?
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
35
[Dünyadaki Her Seyin Bir Kapak Oldugu Düsüncesiyle]
Toprak Nedir
Beyaz kefen içindeki ölü, esilen çukura konuldu. Sırayla insanlar dualar
esliginde küreklerle toprak atmaya basladılar üstüne. Çukur toprakla
dolduktan sonra bas ucuna da adının ve ölüm tarihinin yazılı oldugu
islemeli, özenle hazırlanmıs mermer konuldu.
Evde otururken bende durduk yere bir merak aldı yürüdü. Ölünün
üzerine ilelebet kalkmamasını ister gibi iyice toprak yıgdık. Ama sunu
da biliyoruz ki, kıyamet günü geldiginde mezarda toprak altındaki
ölülerin tümü yeryüzüne çıkacaktır.
Öyleyse, toprak nedir? Simdi biz sıkı sıkıya kapatırken, zamanı
geldiginde tanrı tarafından açılacak bir kapak mıdır?
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
36
[Dünyadaki Her Seyin Bir Kapak Oldugu Düsüncesiyle]
Klozet Kapagı
Kapagı kaldır, içine et.
Zaten bu koca alem içindeki minicik dünyamızın
kapagını kaldırıp içine ede ede dünyamızı bir b.k
çukuruna çevirdiler. Entrikalar çeviren, para ugruna
tüm dostlukları satan insanlar dünyayı bu hale
getirenler… Oysa senin yaptıgın dogal bir ihtiyaç;
üstelik dünyayı mahveden o insanlardan bil ki daha
temizdir.
Bu nedenle hiç çekinme; kapagı kaldır, doyasıya et.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
37
[Yanılsamalı Hikâye]
Göz o ki dagın ötesini göre
Akıl o ki basına gelecegi bile
YUNUS EMRE
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
http://www.altkitap.com 38
[Yanılsamalı Hikâye]
Mahkeme
Söz, sanık 2nsan Oglu 2nsan’ındır:
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
39
[Yanılsamalı Hikâye]
Yanılsama 1: 2nsan yüzlerini ve mumu görebilecek misiniz?
Sayın Solucan Yargıç,
Ben ne yaparsam yapayım, sizin adaletinizle boy ölçüsemem efendim. Ben
haksızımdır size göre. Size bakınca yanan bir ısık yerine iki yüzlülügünüzü
görüyorum. Acaba yine mi haksızım, efendim!
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
40
[Yanılsamalı Hikâye]
Yanılsama 2: Resimdeki bir ördek mi, yoksa tavsan mı?
Sayın köstebek savcının iddia ettigi gibi hiçbir zaman sapkamdan tavsan
çıkarır gibi yapıp ördek çıkartarak insanları kandırmadım. Kaz gelecek
yerden tavuk esirgenmez deyip bana güvenenleri yolmadım, dolandırmak
için bir yol aramadım. Sayın Savcı gibi gözüm kapalı yasamayınca…
Ya da basımda sapka basımıza gelmek için bizi kandırmaya çalısanların
arasına karısmayınca…
…kendimi burada buldum.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
41
[Yanılsamalı Hikâye]
Yanılsama 3: Karelerin köselerinin kesistikleri noktalar beyaz mı, yoksa siyah mı?
Tanıgınız insan bildigim Sayın Sülük’ün, -ki duydugunuz gibi benim
yıllarca onu sömürdügümü söyledi- beni sömürdügünü söylesem bana
inanır mısınız? Ama yine de tesekkür ederim ona. Her girdigimiz
labirentte sayamadıgım kadar çok kara delikten kurtardıgım, çıkısa
götürdügüm adamın sırf Müdür Sülük olabilmek için sırtımdan
vurabilecegini gösterdi. Tesekkürler Sülük oglu Sülük.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
42
[Yanılsamalı Hikâye]
Yanılsama 4: Karelerin arasındaki çizgiler düz mü, yoksa egri mi?
Dogru isler yapıp egri gösteren, tekrar yaptıgını beyan ederek
devletten bir kez daha para alan, devletin sırtından keyif içinde
yasayan Sayın Bagırsak Kurdu da tanık olarak beni suçladı ya…
Ne diyebilirim ki artık, sindirilmeyi hak ediyorum.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
43
[Yanılsamalı Hikâye]
Yanılsama 5: Sürekli ortadaki noktaya bakınca etraftaki parçalar dönüyor mu ne?
Siz hiç düsünmediniz mi Sayın Solucan Yargıç; biz bir yerde çakılı kaldık, herkesi
etrafımızda dönüyor sanıyoruz. Ama yanılıyoruz, onlar etrafımızı sarıp
büyüdükçe biz ufalıyoruz.
Özür dilerim Sayın Yargıç, siz solucanların sinir sistemi kompleks seyler
düsünmeye yeterli degildi. Gafım için beni bagıslayın!
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
44
[Yanılsamalı Hikâye]
Yanılsama 6: Filin kaç ayagı var?
Yoksa bütün suçum, o Bagırsak Kurdu gibi olmamam mı?
Deniz gibi yıgılı malı yemeyip keriz gibi durmamdan, onların
yaptıklarını açık etmemden mi?
Ben onlar gibi dört ayaklı Sayın Fil’den sekiz ayak bastı parası
alıp da dördünü cukka edemem. Cukka… Ben bu tabiri
kullanamam.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
45
[Yanılsamalı Hikâye]
Yanılsama 7: Sürekli ortadaki noktaya bakınca kenardaki koyuluklar yok mu oluyor ne?
Ben sadece iyi bir memleket istedim. Bu iyiligimle bir noktaya takılı
kaldım. Bu hayalimi engellemek için çevremi kusatanların o noktaya
baka baka yok oldugunu sandım, yanıldım.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
46
[Yanılsamalı Hikâye]
Yanılsama 8: Resimdeki bir insan yüzü mü, yoksa sırtı dönük bir Eskimo mu?
Suçumu anladım ben pek saygıdeger 2ddia Makamı üyeleri, benim
suçum insan olmak… 2nsan gibi devletini sevmek, gururlu olmak,
harama el uzatmamak, insan gibi korkmak…
Simdi beni -idam kalktıgına göre- bir Eskimonun yanına sürebilirsiniz.
Ama bilin ki basım her zaman dik olacaktır. Yaptıgınız yanınıza kâr
kalmaz.
Keser döner sap döner, gün gelir hesap döner!
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
47
[Yanılsamalı Hikâye]
Geregi düsünüldü.
Bir insan kalesi daha düstü.
.
.
.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
48
[Fotografı Olmayan Hikâye]
Dünyada en güzel sey
Seni buldum
Artık hiçbir sey istemem
….
uzat ellerini
aynaların dısına çıkalım
ASAF HALET ÇELEB2
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
49
[Fotografı Olmayan Hikâye]
Oysa Ben Halen Küçügüm
Ben eskiden küçüktüm, diyorum.
‘Eskiden küçüktüm, simdi büyüdüm’ diyorum içi kartlasan
büyük insanlara. Onlar gibi olmaya çalısıyorum. Acımasız,
vurdumduymaz, eglence nedir bilmez, sadece yesil
banknotları düsünen onlar gibi…
Oysa ben halen küçügüm.
Vücudum her ne kadar kırısıklarla ve lekelerle dolu olsa da
ben halen küçügüm. Eglenmeyi, gülmeyi, mutlu olmayı
seviyorum. Takım elbiseden nefret ediyorum. Özellikle
kravat… Dar agacındaki ipten farksız bu yeni nesil iskence
aletini boynuma dolamaktan nefret ediyorum. Aramızda
kalsın, halen oyuncak trenlerle oynuyorum.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
50
[Fotografı Olmayan Hikâye]
Eskiden küçüktüm…
…Simdi büyüdüm ya hani, onun için masa bası
memurlarına özeniyorum. Amirlerinden gizli
bilgisayarda oynadıkları ‘Solitaire’ den baska oyun
bilmeyen, çocuklarıyla bile oyun oynamaktan kaçan
tiplerden olmak istiyorum. Aslında öyle gibi
görünüyorum.
Oysa ben halen küçügüm.
Eski 2stanbul sokaklarında çocuklugumu arıyorum.
Tasradan gelmeme ragmen Balat’ta, Fener’de
çocuklugumu yeniden yasıyorum. Nerede siyah asfaltın
üzerine beyaz tebesirlerle çizilmis seksek çizgilerini
görsem oyuna baslıyorum. Tek tek kutuları geçiyorum:
1, 2, 3-4, 5 ve 6-7. O küçük kutuların olusturdugu
büyük dünyaların içine zıplıyorum. Cumbalı
pencerenenin kösesine ilismis yaslı teyze kötü kötü
bakıyor bana ve bir tövbe çekiyor. Ve bos arsalarda top
oynayan çocuklar… Topları yola dogru yuvarlandıgında,
onu sahaya döndüren hep ben oluyorum.
BASLAT
belgelerim
oyun
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
51
[Fotografı Olmayan Hikâye]
Simdinin büyügü olarak dünyadan izlenimler ediniyorum.
(Görüyorsunuz ya seyre bile dalamıyorum, hayaller
kuramıyorum.)
Altlarına son model arabaları çekip, arabalarının hızıyla
övünen insanlara bakıyorum. 2stanbul trafiginde hiçbir
zaman son sürat gidemeyen, evine ya da isine on bes
dakika erken ulasınca sükreden insanlara… Bogaz
Köprüsü’nü arabalı vapura tercih eden o acayip insanlara
bakıyorum.
Oysa ben halen küçügüm.
Halen vapur iskeleye tamamen yanasıp halatlar
baglanmadan kıyıya atlamayı seviyorum. Vapurun hazin
düdügüyle egleniyorum. Sürekli bir Anadolu, bir Rumeli
iskelelerine ugrayarak zikzaklar çizen Çingene Vapuru’na
binip vakit geçirmekten, bogaza olta sallamaktan
hoslanıyorum. Hiç balık tutamıyorum, tutsam da
atıveriyorum yeniden denize. Çünkü üzülüyorum o
mahzun hallerine. Ne de olsa ben hala küçügüm.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
52
[Fotografı Olmayan Hikâye]
Büyüdügüm için sıgamadıgım evciklerle dolu bir çevredeyim.
Kimin evine konuk olsam, donuk renkler görüyorum
duvarlarında. Trend dedikleri acayip dekorlar, her yerde
kırılıverecekmis gibi duran kristaller, vazolar… ‘Put gibi otur ve
hiç ayaga kalkma!’ dercesine yerlestirilmis, yasanmaz hale
getirilmis evler…. Üstelik de bu stil için bir yıgın para vererek…
Oysa ben halen küçügüm.
Kendi tasarladıgım (kendi kendine dagınık bir hal almasına yol
açmam tasarım sayılırsa tabi) renk cümbüsü içinde huzur
buluyorum. Rahat koltuguma uzanıp rahat rahat
televizyonumu izliyorum. Koskocaman penceremdeki perde ise
beyaz bir tülden ibaret. Kitaplar ve pelusların üst üste durdugu
raflar.. Fazlasıyla yumusacık ve bu küçük yüregime göre
yerlestirilmis, kırılacak tek seyin kazara üstüne oturabilecegim
gözlügümün camı oldugu minik bir dünya… Benim renkli
dünyam…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
53
[Fotografı Olmayan Hikâye]
Yangından mal kaçırırcasına yasamaya alıstırılan biriyim,
çünkü büyügüm.
2nsanların sadece Türk filmi tadında filmlerden ibret ve ögüt
aldıgı büyüklerin dünyasındayım. Bir senaryoluk yasamları
gerçekle birlestiren, sokaga çıkan kıza yaftayı yapıstıran,
her sey için bir kulp, bir isim koyma istegi içinde olan bir
ülkedeyim. Burada asklar baska türlü nasıl yasanır ki?
Kapkaç iliskiler, gizli saklılıklar, sokaktaki cepçinin
hayatından farksız bol kovalamacalı, aksiyonlu ve
atraksiyonlu asklar, sevgiler, baglılıklar…
Oysa ben halen küçügüm.
Kulpların sadece ince belli bardakların yerini almaya yüz
tutmus porselen fincanları tuttugumuz yer olarak kalması
için dua etmekten baska çare bulamayan bir küçügüm.
Yangınlardan korkarak tek basına uyumaktan çekinen bir
küçük…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
54
[Fotografı Olmayan Hikâye]
Ayrılıkların kaynagı semsiyelerini yanından eksik etmeyen
büyükler biliyorum.
Her yagmur yagdıgında jöleli saçları, siyah tüvit paltoları
ıslanmasın diye açtıkları siyah semsiyelerle gezen büyükler
biliyorum. 2sin kötüsü kendi dünyalarına çekilircesine ufacık
tek kisilik semsiyelerini açıp yagmurda dolasan sevgililer
biliyorum. Demiyor muydu Sunay Akın: “Semsiye
yapımcıları…/ tek kisilik kesince kumasları/ yagmur degil
yalnızlık yagar.” Ürküyorum.
Oysa ben halen küçügüm.
Semsiye kullanmıyorum. Semsiye nedir ki? Koruyucu mudur?
Öyleyse bizi neden korur? Küçüklügümün büyük eglencesi
lapa lapa kar yagısından mı? O pamuk gibi kardan… Hani su
üzerine pekmez dökerek yedigimiz içimin dısımın bir küçük
oldugu dönemlerin dondurması kardan… 2nanmam. Peki
yagmurdan mı koruyor? Kim ne derse desin yagmuru
seviyorum. O agır agır süzülen, içi dısı bir, sadelik ve güzelligi
bir arada barındıran yagmur varsın yagsın üzerime. Dünyanın
tüm pislikleri onun saflıgıyla aksın gitsin. Dünyanın gerçek
renkleri ortaya çıksın. Küçüklügümün asfalt ve beton yerine
toprak renkleri. Toprak kokusu cigerlerime dolsun…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
55
[Fotografı Olmayan Hikâye]
Yazmaktan, konusmaktan korkan büyüklerin
dünyasında adım atıyorum.
Mektuplardan vazgeçen, dostlarına, arkadaslarına
gönderdigi e-postaları bile ‘forward’lardan olusan
sanal insanların dünyasında klavye adımlıyorum.
Oysa ben halen küçügüm.
Yazmak, hislerimi düsündüklerimi anlatmak istiyorum
dünyaya… Bazen bir kelimeyle, bazen bir
kahkahayla, ama sadece kisiye özel sözlerle
anlatmak istiyorum derdimi. Duygusuz, klise, elden
elde dolasan ve sıradanlasan FWD 2LET2lerden
korkuyorum. Karabasan gibi tüm posta kutularını
kaplıyor. Tüm beyinleri kaplıyor, yalnızlıgın sahte
oyuncaklarıyla…
FWD
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
56
[Fotografı Olmayan Hikâye]
Belki…
Belki derilerim sarktı, gözlerim yuvalarına
kaçtı, kulaklarım agır isitiyor.
Çevremdekilere göre unumu eledim, elegimi
artık duvara asmam gerekiyor, yasım yetmis
isim bitmis, falan filan.
Oysa…
OYSA…
BEN…
HALEN…
KÜÇÜGÜM…
Çünkü… Ben küçügüm, bir yazıda insanlara
kıssadan hisse vermek, fikrimi empoze
etmek zorunda degilim.
Bunun için de çünküsü yok, öyleyim iste…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
57
[Kısa Film Hikâyesi]
Yaklastıkça kaybolan
Bir kente dönüsürdün
Kesfedilmezim olurdun
2çinde yolculuk etsem de…

Hiç umut yoktu sende
O yüzden vazgeçilmezimdin,
Vazgeçilmezimdin.
Cezmi ERSÖZ
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
58
[Kısa Film Hikâyesi]
Günübirlik Sahte Cennetin Kayıkları: Ada Vapurları
Bir jeton lütfen. 2stanbul’un bir hafta
boyunca sakin sakin yasayamamıs
‘sakin’lerinin bir günlük sahte cennetleri
adalara ben de gitmek istiyorum.
O sahte, üstüne üstlük günübirlik
cennete gidebilmek için, turnikeleri
çevirip vapura binebilmek için bir jeton…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
59
[Kısa Film Hikâyesi]
Günübirlik sahte cennetin kayıkları:
ADA VAPURLARI
Her gün yat – kalk – çalıs seklinde
yasayan 2stanbullunun, içine hapsoldugu
mengeneden çıkmasını saglar adalar.
Bunun içindir ki cennettir, vapuru da
adanın yüzü suyu hürmetine su üzerinde
süzülen bir huri…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
60
[Kısa Film Hikâyesi]
Ada vapuruna adım attıgında insanın içi
tatlı duygularla doluyor, ruhundaki
fırtınalar duruluyor. Çünkü içindeki ses
“Yasasın” diyor. “Altı gün çalısıp
çabaladıktan sonra bir günlügüne de olsa,
sahte de olsa, üstüne üstlük giris için para
vermis de olsam o cennete girmeye hak
kazandım.”
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
61
[Kısa Film Hikâyesi]
2ste kazanılan bu zaferin ganimetine
dogru ilerlerken her anın tadını çıkarmaya
gayret ediyor insanlar.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
62
[Kısa Film Hikâyesi]
O bütün bir hafta her köse basında,
otobüs duraklarında, kaldırımlarda, is
yerinde birbirine bagıran,didisen, hatta
insanlıgını unutup çemkiren insanlar birer
melaike edasıyla güle eglene yolculuk
ediyorlar.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
63
[Kısa Film Hikâyesi]
Seyyar satıcılar pür nese ve türlü
hikâyelerle vapurdalar. Acındırmadan,
yalvarmadan bir mizansen içinde mallarını
tanıtıveriyorlar ve… 2nsanın içinden,
sattıkları en saçma seyi bile almak geliyor.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
64
[Kısa Film Hikâyesi]
Sahte cennetimizin resmi tasıtı ada
vapurunun belki de gerçek melekleriydi
onlar. Adalar boyunca yanımızdan eksik
olmayan, bizi karsılayan, ugurlayan
martılar…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
65
[Kısa Film Hikâyesi]
Ama düsününce, onlar bile çaktırmasa da
yaptıkları isin karsılıgı olarak simitlerini
alıyorlarlar. Maaslarını biz verdigimize
göre, gerçekten bir sahtelik var bu iste.
Martılar da böylece sahte cennetin sahte
melekleri sıfatını alıyor. Beyaz tüyleri ve
kanatları hatrına…
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
66
[Kısa Film Hikâyesi]
Sahtelik, o güle eglene giden insanlarda
da var. Damarlarına biraz basılsın, yine
insanlıklarını unutuyorlar. Yanlıs
anlasılmasın, cennet yolundalar diye
melek olmuyorlar. Aksine seytanın
çıraklıgını üstlenip birbirlerine türlü
hakaretler yagdırabiliyorlar.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
67
[Kısa Film Hikâyesi]
Sahte de olsa cennet yolunda olmanın
verdigi haklı gurur ve kibirle pusulasını
sasırıp gitgide cehenneme yaklasan bu
zatları, dogan görünümlü sahin misali
melek görünümlü martıları, herseyi bir
yana bırakıp vapurun kendisine dönelim.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
68
[Kısa Film Hikâyesi]
Ne makine dairesini ne de kumanda
merkezini gaip yönetiyor. Kanlı canlı, sahte
cennetin limanına sürekli yaklasıp da bir
kez olsun ayak basamamıs, göz önünde
bulunmaktan kaçan çalısanları var vapurun.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
69
[Kısa Film Hikâyesi]
Onlar bile tasıdıkları insanlardan sikayetçi.
2nsanların cenneti, bu mahzun vapuru,
hatta çalısan personeli, yani kendilerini
de, satın aldıklarını sanmalarından oldukça
rahatsızlar. Bunun içindir ki üç maymunu
oynuyorlar kendini melek sananlara karsı.
Görmüyorlar, duymuyorlar,
konusmuyorlar.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
70
[Kısa Film Hikâyesi]
Ve gemi limana yanasır, halatlar baglanır.
Büyükada’ya, hayır hayır cennete
hosgeldiniz.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]
71
[Kısa Film Hikâyesi]
Cennet dedigimiz yerin tepesinde ise bir
kilise, Aya Yorgi. Cennet içinde bir kilise
biz müslümanlar için fazla tartısmalı degil
mi? Bu bogucu sahtelik içinde insanlar
nasıl bu kadar rahat kendilerini melek ilan
ediyor, sahteligi görmemek için gözlerini
bu denli sıkı yumabiliyorlar, sasırıyorum.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]

[Kısa Film Hikâyesi]
Günübirlik sahte cennet derken bu kadar
da sahtelik ve kokusmusluk
beklemedigimden ayrılmaya karar
veriyorum buradan. Hızlı ve çabuk
davranmalıyım. Düsüncelerimden dolayı
dıslanıp cennetten kovulmak istemem.
Evet, herkes gibi ‘ben’ terk etmeliyim.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]

[Kısa Film Hikâyesi]
Yeniden vapurdayım. Sonrasında ise
Sirkeci’de kalabalıga karısıp yeniden
2stanbul puzzle’ının bir parçası olacagım.
[Aslında Kadrajın Kendisi Yalancı]

[Kısa Film Hikâyesi]
Ama dönüs yolunu ve hikâyelerini
anlatmıyorum. Çünkü bu belgesel türde bir
kısa film hikâyesi. Ve mutlaka gerçek
cennet yolculugu dısında kısa filmlerde,
öykülerde her gidisin bir dönüsü olacaktır.
‘Günübirlik sahte cennetin kayıkları: Ada
Vapuru’ da buna dahil…
SON
2008

DUDAKTAN KALBE – REŞAT NURİ GÜNTEKİN

KİTABIN ADI DUDAKTAN KALBE
KİTABIN YAZARI REŞAT NURİ GÜNTEKİN
YAYIN EVİ VE ADRESİ İNKILAP KİTAP YAYIN SANAYİ VE TİC. A.Ş. ANKA BASIM MATBAĞACILARSİTESİ NO:38 BAĞCILAR-İSTANBUL
BASIM YILI 21 Baskı

1. KİTABIN KONUSU: “Kınalı Yapıncak”, Lamia’nın bestekâr Kenan’la yıllarca süren acı ve tatlı aşklarının öyküsü

2. KİTABIN ÖZETİ: Hüseyin Kenan ;ince, uzun, mavi gözlü, esmer tenli, durgun, çekingen bir gençti.Küçük yaşta babasini kaybetmisti. Anesi,kiz kardesi ve kendisi dayilarinin yanin da kalirlar. Zorlukla Mühendislik mektebini bitirmistir. Fakat küçüklügünden beri musikiye aşıktır. Dayilarin yanında Reji katipliğini yapan Mesut Bey`den keman dersleri alır. Onyedi yasindadir.Mühendislik Mektebine giderken dayilarin komsusu Leyla isminde bir kıza asık olur. Çok çekingen oldugundan bunu kalbine gömer. Okulu bitirdikten sonra bir arkadaşının yardımıyla Avrupaya gider. Orada kemanını çok ilerletir ve güzel eserler verir. O artik ünlü bir Virtüoz dür.

Bu arada kız kardesi Afife evlenmistir.Aneside bir yil sonra Afife`nin yanına gider.Hem onları hemde dayisini görmek için Seydi köye gider.

Istanbul’dan İzmir`e gemi ile gider.Gemide Münir Bey, Prens Vefik Paşa ve kızı Prens Cavidanla beraberdir. Dayisinin komşusu Münir Bey Kenan`nın cavidanla evlenmesini ister ve nişanlanırlar.

Kenan Izmir`de Bozyaka`da Lamia adlı bir kızla tanısır.Lamia’nını annesi babası ölmüş amcalarının yanında kalan sakin uysal birdir. Ayrica bir yüz başıyla nişanlıdır.Kenan ona yüzündeki çillerden dolayi Kınalı Yapıncak ismini takar.Aralarında maceraya benzeyen bir ilişki olur. Her akşam buluşmaktadırlar. Kenan çocuk denecek bir kızla beraber olduğu için kendine kızmakta fakat yanlız kaldıklarında kendine hakim olamamaktadir.Bu beraberlik duyulur ve dedikodular baslar. Dedikodular yüzünden Amcası Şükrü Bey Lamia`yı dayisi Rıza Bey`in yanına Kütahya`ya göderir.Trende Lamia Makbule isimli birkizla tanisir.Kendinden habersiz hayata küskün bir şekilde Kütaya`da yaşamaya başlar.Yengesi ona kendini düşünmüyorsan doğocak çocuğunu düsün der.

Lamia değişir.Lamia’nin bir kız çocuğu olur.Adıni Mebrure koyar.
Dayisinin kizi Mahmure üç çocukla ve kocasıyla babasının evinde kalır.Fakat bir Çavuş’u sevmiştir ve kocasının bundan haberi olmuştur. Mahmure kurnazlıkla kendisini değilde Lamia’nın Çavuşla görüştüğünü söyler. Böylece Lamia olayi üstlenmiş olur. Mahmureyi de kocasından ayrılmaktan kurtarır.Buarada Mahmure’nin kocası Resih Bey Lamia’ya saldirir.Lamia’da onu öldürür.Mahkemede beratine karar verilir.
Dayısı Rıza Bey onu bir tanıdığının evine teslim eder.Orada ziyerete ilk gelen Makbuledir.Makbule’nin babası onu ister ve evlenmeye karar verirler Lamia ondokuz yasındadır.
Kemal Beylerin evlerine Istanbul’daki kızkardeşinin oğlu Doktor Vedat gelir.Istanbul’dan Kütahya’ya sürgün olarak gelmiştir.Lamia’nın genç ve güzel olması,dayısınında yaslı olması Vedat’ı düşündürür.

Lamia’nın söylediği bir şarkı Kenan’ı tanıdığını haber verir.Kenan’ı İstanbul’dan tanıyan Vedat Lamia’ya Kenan’dan ve Cavidan’dan behseder.
Birgün Vedat Bey bir avda vuruldu diye duyulur.Bunu öğrenmeye giden Lamia Hanımın ev saybınin hazırladiği kömür közünden Vedat Beyle birlikte zehirlenirler.Dedikodular yine başlamiştir.Kemal Bey’de onun evden ayrılmasını ister.Vedat Bey olaylardan dolayı çok üzgündür.Lamia’ya evlenme teklifi eder.Lamia kabul etmez.

Vedat’ın sürgün görevi Kütahya’da bitmiş İstanbul’a gitmiştir.
Bu arada Kenan Cavidan’la evlenmiştir.Üç yıldan beri ilk defa Lamia’yı düşünür. Aşk değil bir gönül oyuncaği dudaklarımızın eğlencesi ibaret diyen Kenan şimdi bu aşkın zehir gibi dudaklarından kalbe indiğini anlar ve Kınalı Yapıncagı yanında olmasını çok ister.Cavidan’la mutludeğildir. Cavidan’la İzmir’e Bozyaka’ya giderler. Cavidanla birlikte orada Lamia’yı göreceğini ümit eder. Fakat göremez ve çok üzülür.

Kenan Bey’ler İstanbul’a giderler.Bu arada Lamia’da İstanbul’a kalkmIstIr.Kenan Bey’le Prenses Cavidan ayrılırlar.Eski arkadaş olan Vedat Bey’le Kenan karşılaşırlar.Vedat onu muaynanesine çağırır.Orada tesadüfen Kenan Lamia ile karşılasır.Tekrar görüşmek için mektup yazar. Lamia’da o bir yaz rüyasıydı der konuyu kapatır.
Kenan’ın kemanının sesinden çıkan büyülü aşk sevdası böylece bitmiştir.Kenan’da bütün ümitlerini yitirmiştir.

Lamia Vedat’la evlenmeğe razı olur ve evlenirler. Kenan Bey hayata küsmüştür. Seydiköy’e annesinin mezarına gider ve kardeşini dolaşir. Alti ay sonra ölür.

2. KİTABIN ANA FİKRİ:

Gerçek mutluluğun şandave şöhrette olmadığıdır.

3. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:

Hüseyin Kenan:
Babasınıküçük yaşta kaybetmiş müzmim bir genç. Müzikte başarılı olduktan sonra çocukluğunu ve gençnliğini yaşamak istemiştir.
Nail Bey:
Hüseyin Kenan’ın babası
Melek Hanım:
Kenan’ın annesi. Babasından habersiz evlenmiştir. Genç yaşta dul kalmıştır.
Münir Bey:
Kenan beyin dayısı, kendini üzüm bağlarına vermiştir.
Vefik Paşa:
Mısırlıdır, tahsilini Paris’te yapmıştır.
Prenses cavidan:
Vefik Paşanın kızıdır. Esaslı bir tahsili yoktur, babası gibi sanata düşkündür. Çok güzeldir.
Rıza Bey:
Lamia’nın Kütahya’daki dayısı
Kemal Bey:
Lamia’nın ilk nikahlı eşidir.
Makbule Hanım:
Kemal beyin kızıdır. Lamia ile baştan beri dosthane bir tavır içindedir.
Vedat Bey:
Kumral, şen, neşeli, canı istedikçe iş yapan, çok akıllı birisi.

4. KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:

Akıcı bir kitap insan sanki kendi yaşıyormuş gibi anlatılmış

5. KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ:

Reşat Nuri Güntekin

İstanbul’da doğmuş (1889), ilk öğrenimini Selimiye ve Çanakkale mahalle mektebinde tamamladıktan sonra (1909), Galatasaray Lisesi’nde ve İzmir Frere’ler okulunda okumuştur. Daha sonra İstanbul Darülfünunu Edebiyat Şubesi’ne (Fakültesine) girmiş ve buradan mezun olmuştur (1912). Bursa Lisesi’nde, İstanbul’da Vefa, İstanbul Erkek, Çamlıca, Kabataş, Galatasaray, Erenköy liselerinde edebiyat öğretmenliği ve müdürlük yapmıştır. Daha sonra Milli Eğitim Müfettişliğine getirilmiştir (1927). Güntekin daha sonra Çanakkale milletvekili seçilmiş (1939), sonra yeniden Millî Eğitim’e dönmüş (1943), başmüfettiş olmuştur (1947). Bu görevdeyken UNESCO’nun Türkiye temsilcisi ve öğrenci müfettişi sıfatıyla aynı yıl Paris’e gitmiştir. Daha sonra emekliye ayrılan (1954) Güntekin yurda dönüşünde İstanbul Şehir Tiyatroları Edebî Kurul üyeliğine seçilmiştir. Reşat Nuri Güntekin, hastalanması üzerine tedavi için gönderildiği Londra’da ölmüştür (1956).

Acımak – Reşat Nuri GÜNTEKİN

1. KİTABIN KONUSU : Bir öğretmenin geçmişte yaşadıklarının meslek hayatına etkisi.

2. KiTABIN ÖZETİ : Zehra mektebin başmuallimidir.Yeni eğitim öğretimin bütün gereklerini yerine getirir,öğrencilerle bire bir ilgilenir;fakat öğrencilerin yaptıkları yanlışları asla affetmez.İçinde hiç acıma duygusu hissetmez.Maarif Müdürü de Zehra’nın bu özelliğinden çok muzdariptir.Çesitli zamanlarda uyarmış olmasına rağmen hiçbir değişiklşik görmemiştir.
Maarif Müdürü Tevfik Hayri ile Vekil Şerif Hayri Bey Zehra’nın okulunu ziyarete giderler.Şerif HayriBey Zehra’ya babasının hasta olduğunu, bu nedenle İstanbul’a gidip babasını görmesini ister;fakat Zehra babasının olmadığını,o kişinin başka birisi olabileceğini söyler.
İki gün sonra Maarif Müdürü’ne bir telgraf gelir.Zehra’nın babası Mürşit Efendinin ölmek üzere olduğunu, muallimin hemen yola çıkmasını bildirir. Müdür Zehra’yı çağırtarak hemen gitmesini ister.Fakat Zehra yine karşı gelir. Müdür fazla üstelemez. Biraz sonra hazırlanmış, elinde çantasıyla Zehra gelir ve gitmeye karar verdiğini söyler.
Zehra İstanbul yolunda babasının ailesine yaptıklarını annesini, ablasını ve anneannesini nasıl öldürdüğünü ve en sonunda da kendisini bir yatılı okula verip hiç arayıp sormamasını düşünür. İstanbul’a varır. Eski komşuları Vehbi Bey kendisini karşılar. Niçin daha önce gelmediğini, babasının Zehra, Zehra diye öldüğünü söyler. Eve vardıklarında babasının başında birkaç kadın vardır. Babasını görmek istemez. Kendisine babasının eşyalarının bulunduğu sandığın anahtarı verilir. Aslında bunu hiç istemez fakat sandığı açar, içinde bir günlük vardır. Günlüğü okumaya başlar. Babasının ilk memuriyet yıllarını, annesiyle evlenmesini, anneannesinin davranışlarını okur. Zehra daha önce bildiği şeylerin haepsini tam tersi olduğunu öğrenir.Aslında bu olaylarda bütün suçlunun annesi ve anneannesi olduğunu anlar. Bundan sonra içinde bir acıma duygusu oluşur.Hemen gidip babasının ayağını öper.Birkaç gün sonra okuluna tekrar döner ve artık Zehra’nın hiçbir eksiği kalmamıştır.Acımayı öğrenmiştir.

3. KİTABIN ANA FİKRİ :İnsan kişiler hakkında araştırıp sormadan, hükümlere varıp ,onları yargılayıp, mahkum etmemelidir.

4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ :

Zehra:Mesleğini çok seven,öğrencilere en iyiyi vermeye çalışan idealist bir öğretmendir.

Tevfik Hayri:Maarif Müdürüdür.Örnek bir yöneticidir.Zehra’ya babacan bir tavırla yaklaşmaktadır.

Şerif Hayri Bey:Bölgenin vekilidir.

Vehbi Bey:Zehra’nın eski komşusudur.Babasının zor zamanında ona yardım etmiştir.

5. KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER :Kitap akıcı bir dille kaleme alınmış sürükleyici bir eserdir.Bir insanda bulunması gereken en önemli özelliklerden birisini konu almıştır.

6.KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ :
Ünlü yazarlarımızdan Reşat Nuri Güntekin 26 Kasım 1889 yılında İstanbul’da doğdu ve babası Doktor Nuri Bey’dir. Önce Çanakkale İdadisinde okuyan Güntekin daha sonra İzmir’de Fransız Frerler mektebine devam etti.

Reşat Nuri, 1912 yılında İstanbul Darulfünunu Edebiyat Şubesini bitirdikten sonra liselerde edebiyat, Fransızca ve felsefe okuttu. 1931 ve 1943 yılları arasında Milli Eğitim Bakanlığı müfettişi olarak Anadolu’nun çeşitli yerlerini görme fırsatı buldu.

1939 ve 1943 yılları döneminde Çanakkale milletvekilliği yaptıktan sonra 1947′de başmüfettişlik ve 1954′te Paris kültür ataşeliği (1954) yaptı.

Reşat Nuri Güntekin, hikaye, roman, gezi notları, oyun, mizah yazıları ve çeşitli konularda makaleler yazdı. İlk eseri olan “Eski Ahbab” adlı hikayesi, 1917 yılında Diken dergisinde çıktı ve sonradan kitap olarak basıldı.

Bir dönem Zaman gazetesine Temaşa Haftaları başlığı ile tiyatro eleştirileri yazdı çeşitli takma isimlerle (Şair, Nedim, Büyük Mecmua, İnci dergilerinde Hayreddin Rüşdi, Sermed Ferid, Mehmed Ferid) hikayeler yayınladı. Reşet Nuri’nin bazı mizah dergilerinde farklı takma isimler kullandığı da görülmüştür. Ayrıca “Harabelerin Çiçeği” adlı eserini yine zaman gazetesinde Cemil Nimet adıyla yayınladı. Cumhuriyet’in yeni kurulduğu 1923-1924 yıllarında arkadaşlarıyla birlikte Kelebek isimli haftalık bir mizah dergisi çıkardılar.

Reşat Nuri Güntekin, o zamanlar kendisine büyük ün kazandıran, bugün de çok iyi bilinen ve sevilen “Çalıkuşu” adlı romanını 1922 yılında yayınladı. Bu eser TRT televizyonu tarafından dizi haline getirildi ve büyük kitlelerce seyredildi ve sevildi. Reşat Nuri’nin eserlerinde toplumsal olayların ve aşkın iç içe olduğunu görüyoruz. Kahramanları gerçek hayattan kopuk değillerdir. Kitabın kahramanının yaşadığı olayları ve duyguları, işini ve burada yaşadıklarını gözardı etmeden yazar. Romanlarını kesinlikle samimi, sürükleyici ve çok güzel bir Türkçe ile kaleme almıştır. Reşat Nuri’nin eğlendirici mizahi öyküleri de vardır.

Reşat Nuri Güntekin’in oyunlarından Yaprak Dökümü’de televizyona uyarlandığından yeni nesil hariç kimsenin yabancısı olmadığı bir eserdir. Burada da aşklar, entrikalar, mutluluklar ve gözyaşlarıyla dolu hayat yaşayan bir aile anlatılmıştır.

Reşat Nuri Güntekin, Batılı bazı yazarlarından romanlar, hikayeler çevirmiş, oyunlar uyarlamıştır. Akciğer kanresinden tedavi olmak için gittiği Londra’da ölmüş (Aralık, 1956) ve cenazesi İstanbul’a getirilerek, Karacahmet Mezarlığında defnedilmiştir.

Romanları: Harabelerin Çiçeği (1918), Gizli El (1920), Çalıkuşu (1922), Dudaktan Kalbe (1923), Damga (1924), Akşam Güneşi (1926), Bir Kadın Düşmanı (1927), Yeşil Gece (1928), Acımak (1928), Yaprak Dökümü (1930), Kızılcık Dalları (1932), Gökyüzü (1935), Eski Hastalık (1938), Ateş Gecesi (1942), Değirmen, Miskinler Tekkesi (1946), Ripka İfşa Ediyor (1949), Kavak Yelleri (1950), Kan Davası (1955), Boyunduruk (1960), Son Sığınak (1961).

Hikayeleri: Gençlik ve Güzellik (1917), Recm (1919), Roçild (1919), Eski Ahbab, Sönmüş Yıldızlar (1918), Tanrı Misafiri (1927), Leyla ile Mecnun
(1928), Olağan işler (1930).

Oyunları: Gönül Veya İnhidam (1916), Babur Şah’ın Seccadesi (1919), Hançer (1920), Asker Dönüşü (1921), Eski Rüya (1922), Yaprak Dökümü (1923), Kır Çiçeği (1924), Ümidin Güneşi(1924), Gazeteci Düşmanı, Şemsiye Hırsızı, Bir Köy Hocası (1928), Bir Kır Eğlencesi (1931), Felaket Karşısında, Gözdağı, Eski Borç (1931), Ümidin Mektebinde (1931), İstiklal (1933), Vergi Hırsızı (1933), Bir Yağmur Gecesi (1941), Yol Geçen Hanı (1944), Ağlayan Kız ( (1946), Eski Şarkı (1951), Hülleci (1953), Tanrı Dağı Ziyareti (1954), Balıkesir Muhasebecisi (1955), Bu Gece Başka Gece (1956).
Diğer Eserleri: Anadolu Notları (2Cilt, 1936-1966), Fransız Edebiyatı Antolojisi (3 cilt, 1929-1931), Üç Asırlık Fransız Edebiyatı (3 cilt, 1932).

ÇALIKUŞU Reşat Nuri GÜNTEKİN

1. KİTABIN KONUSU:

Bir subay kızı olan Feride ile teyzesinin oğlu Kamuran arasında yaşanan ve araya birçok engel girmesine rağmen birbirlerine karşı bitmeyen aşklarını anlatıyor.

2. KİTABIN ÖZETİ:

Pek küçük yaşındayken annesi ölen Feride, babası da sınır sınır dolaşan bir subay olduğu için büyükannesinin yanında büyümüştür. Okul çağına gelince Feride’yi İstanbul’da ki bir Fransız kız yatılı okuluna yollamışlardır. Feride neşeli, zeki, çok asi, ele avuca sığmaz çok hareketli bir kızdır. Fırsat buldukça bir erkek gibi ağaçlara tırmanıp daldan dala atladığı için öğretmenlerinden biri onu çalıkuşuna benzetmiş, sonra da bu benzetme, onun adı olarak kalmıştır.

Babasının da ölmesi üzerine Feride’nin, yakını olarak sadece bir teyzesi kalmıştır. Feride, okulun büyüklü küçüklü tatillerini her zaman teyzesinin evinde geçirmektedir. Bu teyzenin Kamuran adlı, Feride’ den büyük bir oğlu vardır. Kamuran Feride’ ye karşın ağır başlı, kız gibi bir erkekdir. Bu yüzden Feride sürekli onla dalga geçmektedir. Fakat bunların arasında Kamuran, Feride’yi farkinda olmadan büyük bir aşkla sevmeye başlamışdır. Bu sevgi bir süre sonra karşılıkta görür. Feride de Kamuran’a karşılık vermektedir. Feride’ nin teyzeside bu durumu çok istediği için, Feride okulunu bitirdikten sonra iki gencin evlenmeleri kararlaştırılır.

Düğün hazırlıkları tamamlanmak üzereyken, bir gün kadının teki çıka gelir ve Feride’ye Kamuran’ın Avrupa’da bulunduğu sırada orada bir kızla aşk yaşadığını söyler. Bu durum hiçbir şeyi umursamaz gibi görünen Feride’yi çok derinden etkilemiştir. Feride bunun sonucunda gururuna yenilir ve derhal teyzesinin evinden uzaklaşır, yolunu izini kaybettirir. Bu yüzden evlenmede gerçekleşemez.

Feride nereye gideceğini düşünürken onu çok seven sütannesi aklına gelir ve oraya gider. Sütannesi onu görünce çok sevinmiştir. Feride bir süre sütannesinin evinde kalır. Bu arada oraya buraya başvurur bir iş için çünkü sütannesini daha fazla rahatsız edemeyeceğini ve yanındaki paranın da ona çok fazla yetmeyeceğini bilmektedir. Başvurularının sonunda Anadolu’da bir ilkokul öğretmenliği elde eder. Şimdi o hayat dolu hiçbir şeyi umursamayan genç kız artık bir öğretmen olmuştur. Feride Anadolu’yu hiç yadırgamaz. Zeyniler adlı bir köyde öğretmenliğe başlar. Zeyniler köyü Anadolu’nun çok ücra bir köşesindedir. Bu köyde Feride yaptığı herşeyi günlüğüne yazmaya başlar.

Bir zamanlarının hayat dolu asi genç kızı şimdi hayatı tanıma yolundadır. İster istemez ağır başlı olmayı öğrenmiştir. Ama başına gelen bunca şeye rahmen kötümser değildir. O köydeki fakir üstü yırtık pırtık olan öğrencilerini çok sevmiştir. Öğrencilerinin her biriyle ayrı ayrı ilgilenmek ona büyük bir zevk vermektedir. Öğrencileri arasında Munise adında ortada kalmış, annesi kötü yola düşmüş bir kız vardır. Annesi yüzünden köylüler kızıda hiç sevmiyorlar. Feride, Munise’ye acır ve onu evlatlık alır. Feride çok mutlu olmuştur , aynı zamanda Munise’de çok sevinmiştir bu olaya.http://www.kitap.kalemguzeli.net/

Bir süre sonra Zeyniler köyü okulu da kapatılır. İşsiz kalan Feride başka bir yerde öğretmenlik yapmak için başvurmak amacıyla ile gider. Milli Eğitim Müdürlüğü’nde eski bir okul arkadaşına rastlar ve onunla Fransızca konuşur, Milli Eğitim Müdürü de bu olayı görünce, Feride’ yi merkezde kız öğretmen okulunda fransızca öğretmeni olarak görevlendirir. Feride fiziki olarak çok güzel bir kızdır ve bu fiziki güzelliğinin burda çok fazla göze çarpması Feride’yi endişelendirir. Ayrıca Feride’nin öğretmenlik yaptığı okuldaki müzik öğretmenide Feride’ye karşı büyük bir aşk duymaktadır. Fakat bu aşk bir ümitsiz vakadır. Ayrıca şehirde büyük dedikodularada yol açmıştır. Feride’ nin burda peşine bir çok erkek düşmüştür. Bu durum ise Feride’yi endişelendirmektedir. Bu yüzden tayinini ister. Böylece birkaç yer dolaşır. Bir sürede İzmir’de varlıklı bir ailenin kızlarınada özel ders verir. Fakat Feride’nin gittiği her yerde muthiş fiziği ve güzelliği başına dert açmaktadır. Feride bu güzelliği ve yalnızlığı çok kişinin dikkatini çekmektedir.

Feride daha Zeyniler’de iken bir askerin yaralanması ve oraya getirilmesi sırasında doktor Hayrullah Beyle tanışmıştır. Doktor, Feride’ye bu kadar güzel bir kızın böyle bir yerde ne aradığını, kesinlikle bir aşk meselesi yüzünden gelmiş olduğunu söylemiş Feride ise bunu reddetmistir. Yıllardan sonra tekrar Kuşadasın’da buluşurlar. Bu sırada Feride’nin okulu kapatılıp hastaneye çevrilmiştir. Feride artık doktorum himayesine girmiştir. Bir hasta bakıcı gibi doktora yardım etmiştir. Doktor Feride’yi ve artık büyümüş olan Munise’yi kendi öz kızları gibi sevmektedir. Ancak bu sırada doktor birgün ağır hastalığı olan birine bakmaya gittiği zaman Munise ağır bir sekilde hastalanır. Doktor dönesiye kadar kız yavaş yavaş, acı çeke çeke ölür. Munise’nin nezle sanılan hastalığı kuşpalazıdır.

Feride, Munise’ nin ölmesinden sonra kendini kaybedecek şekilde hastalanır. Günlerce doktorun evinde yatar. İyileştiği sıralarda doktor Hayrullah bey ne kadar yaşlı olursa olsun ikisi için bir söylenti cıkmıştır. Bu da o zamanın şartlarından dolayı olmuştur. Kasabayı türlü dedikodular alıp götürmektedir. Bekar bir erkeğin evinde genç güzel ve bekar bir kadının olması çok fazla dedikoduya yol açmıştır. Doktor bu dedikodulardan kurtulmak için çok pratik bir yol bulmuştur. Feride’yi de zorla ikna ederek evlenmişlerdir. Ancak tabiki bu evlilik sadece kağıt üzerindedir ve dedikoduların bitmesi içindir. Feride doktoru babası gibi sevmektedir. Doktor, Feride’nin defterini bulmuş ve baştan sona kadar okumuştur. Feride’nin her şeye rağmen Kamuran’ı sevdiğini öğrenmiştir. Gizli araştırmalar yapar. Kamuran bu zaman içinde evlenmiş ve eşi ölmüştür. Şimdi dört yaşlarındaki çocuğu ile yaşamaktadır. Doktor, Kamuran’a bir mektup yazar ve bu mektupta Kamuran’a bütün olan biteni anlatır. Feride ise bu sırada defterinin kaybolduğunu sanmaktadır ve defterini bütün aramalarına karşın bulamamıştır. Doktor yazdığı mektupla defteri ve bazı belgeleri paket haline getirmiştir. Feride’ye ölümünden sonra bu paketi Kamuran’a götürmesini vasiyet etmiştir. Doktor zaten oldukça yaşlıdır bu yüzden kısa bir süre sonra da ölür.

Feride, doktorun ölümünden sonra, hem paketi teslim etmek hem de çok özlediği teyzesini görmek üzere, Tekirdağ’a teyzesinin yanına gider. Niyeti orda fazla kalmamaktır. Paketi teslim edip bir iki gün kalıp Kuşadası’na geriye dönmektir. O günlerde ne rastlantı ki dinlenmek için Kamuran’da Tekirdağ’a gelmiştir. Feride paketin içinde neler bulunduğunu bilmemektedir. Bu içinde neler bulunduğunu bilmediği paketi teslim eder. Ama doktorun öldüğünü onlardan gizlemiştir. Böylece Kuşadasın’da doktorun yaşadığı bahanesiyle zorlanmadan geriye dönebileceğini ummaktadır. Fakat umduğu gibi olmaz teyzesi bu paketi Feride gitmeden bir gün önceden Kamuran’a verir. Kamuran o gece kardeşiyle birlikte defteri okur. Böylece, Feride’nin kendisini hala sevmekte olduğunu anlar. Hem de doktorun tembihlerini öğrenir. Kendisiyse, Feride gittiğinden beri Feride’yi unutamamiştir ve hala sevmektedir.

Feride, yeterince kaldığını ve geri dönmesi gerektiğini söyleyerek yola çıkmak üzere hazırlanır. Feride hayatla çok didişmiş ve artık bu gücünü yitirmiştir. Artık doktorunda olmadığı Kuşadası’na gitmek onunda hic işine gelmemektedir. Kuşadası’na dönmek, Feride’yi çok fazla üzmüştür. Ama bu durumunu etrafındakilere hiç belli etmemektedir. Bunu atrafındakilerin anlamasını istemez. Feride’yi götürecek araba kapıya yaklaşır. Fakat bu bir oyundur. Kamuran ve kardeşinin hazırladığı bir oyundur. Feride arabaya yaklaştığı zaman arabadan birden Kamuran iner ve Feride’yi kucaklar. Zaten tüm ev halkıda Feride’ nin tekrar yuvadan uçmasını istemiyorlardır. Bunun için tüm ev halkı elbirliği yapmıştır. Feride’nin tüm istemiyormuş gibi davranmaları olmaz demeleri falan boşadır. Kırık dökük kelimelerle bu oyundan kurtulmaya çalışmıştır ama nafile kurtulamamıştır. Çünkü, Kamuran artık kararlıdır ve ikinci bir gaflete düşmeyecektir. Bunu Feride’ye de onu bir daha kaybetmeyi göze alamayacağını ve onu şu an bile deliler gibi sevdiğini söyler. Çalıkuşu, gizli bir mutlulukla ve huzurla kendini Kamuran’ın kollarına atar.

3. KİTABIN ANAFİKRİ:

Aşkın araya ne girerse girsin asla yok olmayacağıdır.

4. KİTAPTAKİ ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ:

Feride(Çalıkuşu): Fransız okulundan mezun; çok güzel, haşarı, canlı, cıvıl cıvıl, yaramaz, duygusal ve akıllı, canayakın, sevimli bir İstanbul kızıdır.

Kamuran: Feride’nin teyzesinin çok kibar, yakışıklı, sarışın, yüksek öğrenimli, fakat zenginliğinden dolayı herhangi bir işle uğraşmayan oğludur.

Doktor Hayrullah: Canayakın, iyi kalpli, yaşlı, sevimli, biraz inatçı ve sinirli biridir. Hayatını insanların mutluluğuna adamıştır.

Munise: Küçük, sarışın ve güzel bir köy kızıdır. Güzel olduğu kadar zeki ve nazik bir kızdır. Feride’nin yalnız geçen günlerinin tek dayanağı olmuştur.

5. KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER:

Kitap, bir romantik roman olduğu için, özellikle duygusal insanların ellerinden bırakamayacakları bir kitaptır. Kitap sade bir dille yazıldığı için akıcı ve sürükleyicidir. Olayların büyük bir bölümünün Anadolu’nun köylerinde geçmesi romana ayrı bir hava vermiştir. Romanda kullandığı idealist bir karakter olan Feride, insanın idealleri uğruna birçok şeyden vazgeçebileceğini göz önüne sermiştir.

6. KİTABIN YAZARI HAKKINDA BİLGİ:

Reşat Nuri Güntekin :
25 Kasım 1889 tarihinde İstanbul’da doğdu. İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’ni bitirdi (1912). Bursa’da başladığı (1913) öğretmenlik hayatına çeşitli okullarda devam etti. Milli Eğitim müfettişi (1931), Çanakkale milletvekili (1933-43), Paris Kültür Ateşesi ve emekli (1954) oldu, kanser tedavisi için gittiği Londra’da öldü. İstanbul’da Karacaahmet Mezarlığı’nda gömülü.
Yazı hayatına Birinci Dünya Savaşı sonlarında (1917) başlayan, ilk eseri de Eski Ahbap (uzun hikaye) 1917’ de basılan Reşat Nuri, 1918’ de tiyatro eleştiri ve araştırmaları yayımlarken bir yandan da hikayeler (Şair Dergisi, 1918/19; Nedim Dergisi, 1919; Büyük Mecmua, 1919) yazıyordu. Çalıkuşu’ nun Vakit gazetesinde tefrikasıyla (1922) geniş bir ün kazandı. Çok hareketli bir eser olan Çalışkuşu’ nda Anadolu, ilk idealist ve aydın kızı Feride’ ye kavuştu, geniş ölçüde romana girdi. Bu roman az okumuş ve aydın, iki sınıfı da, doğal ve canlı diliyle kendine bağladı. Reşat Nuri’ nin hemen bütün romanlarında dekor olarak taşra kasaba ve şehirleri çevre, tip, çeşitli problem ve görüşleriyle Anadolu atmosferi görülür. Romanlarında sosyal ve hissi konuları işleyen yazar, küçük hikayelerinde bunların yanına mizahı da ekledi
Yazdığı, çevirdiği, kitap biçimine girmiş veya dergi, gazete sayfalarında, tiyatro repertuarlarında kalmış tüm eserlerinin toplamı yüzü bulur; bunlardan 19 tanesi telif romandır, 7 tanesi hikaye kitabı. Yazdığı, çevirdiği, uyarladığı, oynanmış, basılmadan kalmış oyunlarının sayısı roman ve hikaye kitaplarının sayısını da aşar. 7 Aralık 1956’da İstanbul’da öldü.

ESERLERİ :
Hikaye kitapları: Tanrı Misafiri (1927), Sönmüş Yıldızlar (1927), Leyla ile Mecnun (1928), Olağan İşler (1930), vb.
Gezi yazıları: Anadolu Notları (ilk cildi 1936; ikinci cildi 1966).
Oyunları içinde en ünlüleri Balıkesir Muhasebecisi (1953) ve Tanrıdağı Ziyafeti (1955)’ dir. Bütün eserleri ölümünden sonra, eşi tarafından, bir külliyat halinde yeniden bastırıldı.
Romanları: Gizli El (1922), Çalıkuşu (1922), Damga (1924), Dudaktan Kalbe (1925), Akşam Güneşi (1926), Bir Kadın Düşmanı (1927), Yeşil Gece (1928),Acımak (1928), Yaprak Dökümü (1930), Kızılcık Dalları (1932), Gökyüzü (1935), Eski Hastalık (1938), Ateş Gecesi (1942), Değirmen (1944), Miskinler Tekkesi (1946), Harabelerin Çiçeği (1953), Kavak Yelleri (1950), Son Sığınak (1961),Kan Davası (1955),

HAKKINDA YAZILANLAR :
Reşat Nuri Güntekin Türkan Poyraz – Muazzez Albek (Ankara, 1957)
Reşat Nuri Güntekin Hayatı, sanatı ve eserleri Muzaffer Uyguner (Varlık Yay;1967).
Romanıyla Reşat Nuri Güntekin İbrahim Zeki Burdurlu (İzmir Eğitim Ens. Yay., 1971)
Reşat Nuri’nin Tiyatro ile İlgili Makaleleri Prof.Dr.Kemal Yavuz Kültür Bakanlığı Y.
Reşat Nuri Güntekin’ in Romanlarında Şahıslar Dünyası Birol Emil (1984) adlı doçentlik tezi

Anadolu Notları Reşat Nuri GÜNTEKİN

1. KİTABIN KONUSU : Bir Anadolu gezisindeki yaşanan olaylar.

2. KİTABIN ÖZETİ : Kitap birçok kısa notlardan oluştuğu için içinde birçok olaylar vardır. Bunlardan birkaçını sizlere anlatmak ve özetlemek istiyorum. “Trende” adlı notunda trene bindiği andaki hissettiklerini yazıyor. Trende en büyük zevk vagonda bir yolcunun olmamasıdır. Bu yüzden her duruşta gelen yolcuya ! “Burada biri var. Kantine gitti. Şimdi gelir” diyerek onun gitmesini bekliyordu. Bazen de uğurlamaya gelenleri yanına oturtturmak ve tren hareket edinceye kadar bekleyip daha sonra salıvermektir.

Yazarın kullandığı en büyük taktik hasta numarasıdır. Yüzüne bir tülbent bağlayıp, parmağıyla gözünün etrafına bir parça sigara külü bulaştırıvermiş. Daha olmazsa “vallahi bilmem birader, bizim dayı yılancıktan öldü. Bize de mi geçti nedir ?” diye konuşuverir. Herifi koydunsa bul….http://www.kitap.kalemguzeli.net/

Şoför notunda da kamyoncunun bir yol boyunca karşılaştığı tuhaf olayları anlatmaktadır. Yazarın en ilgisini çektiği olay yolda süregelen tel olayıdır. Her arabada tel vardır fakat yolda aracı bozulduğunda araç durup beklerken, yayına gelen kamyoncu ona tereddüt etmeden telini verir. Az ileride kendi aracıda bozulduğunda teli verdiğine pişman olur. Yazarın titiz ve seçici olması yazdığı notlardan da belli oluyor. Yatak çarşafları adlı notunda yazar, yatak çarşaflarına dikkat ediyor. Hiçbir zaman kendi gözüyle görmediği çarşaf değişimi için görevliye başvurur ve bizzat değiştirir. Ama bu onun için yine yeterli değildir. İçinde “ya diğer yataktan çıkartıp getirmişse�? diye bir ukte kalmıştır.

Su onun için en önemli varlıktır. Yanında ihtiyatte mutlak bir su bulunmaktadır. Su bulunmazsa gidip maden suyu alıp onunla idare edermiş.

“Yolda Hastalık�? notunda ise, geçirdiği hastalığı kendi kendine geçirmeye çalışıyor. Bilgili olmasına rağmen rezil olmamak için otele çekilip terlemek suretiyle hastalığından kurtulmaya çalışmaktadır.

Tulüyat Tiyatrolarda yazarın kitabında 3 bölümde yer almaktadır. Onun için tiyatronun kültür ve gelişme bakımından önemi büyüktür. Fakat, köylere gelen tiyatrocular ve özellikle bayanların giyiniş tarzı köylü erkekleri kışkırtıyor ve köyle fitne yarattığı için genellikle tiyatrocular kovuluyordu. Onun için otelde yalnız olarak yatmak huzur ve güvence vermektedir. Fakat, son anda gelen davetsiz misafir onun rahatını bozar ve hiç tanımadığı kişiyle yatmanın verdiği tedirginlik onu rahatsız etmektedir.
Fare adlı notunda da paranın ne denli önemli olduğunu ve onun için şantaj bile yapıldığını belirtmektedir.

Son notu olan “Bir dost Tenkidine Cevap” adlı notunda da dostunun birinci kitaptaki eleştirilerine cevap veriyorlardı. Dostu, ona bu hatıra türü notlarını roman metoduna kaçmış olduğunu belirtmiştir.http://www.kitap.kalemguzeli.net/

3. KİTABIN ANA FİKRİ : Kısa olaylardan oluşan bu kitap ; Anadolu güzellilerini, yöre halkının yaşam tarzlarını anlatmakta ve “Çok gezen çok bilir�? atasözünü doğrulamaktadır.

4. KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARIN DEĞERLENDİRİLMESİ : Kitaptaki olaylar, gerçekçi ve mantiki bir tarzdadır. Olaylarda savunulan bir taraf yoktur.

Yazar olayları kendi çıkarları doğrultusunda yazmış ve kimi zaman kendinin olaylarını, hastalıklarını ön planda tutmuş ve tasvirden kaçınmıştır. Roman tarzı yazmasını da kısa notlarda açıkça belli eder.

Köylüler, uyanık ve akıllı olduklarını tasvir etmiş ve göründüğü olmalarına rağmen bir takım hırslar-para gibi –onların şantaj yapmaya kadar götürmüştür.

Kamyoncular, birlik ve beraberliğe düşkün insanlar olarak tanınmış ve kendi eksikliğini düşünmeden ve görmeden başkalarına yardım etmeyi kendilerine bir borç bilmiştir.

Ayrıyeten birtakım kişilerin hala hurafelerden kurtulamadığı ve bu inançlarına devam ettiklerini görmekteyiz.

5. KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER : İki kitaptan oluşan Anadolu Notları, notlarda ve anılardan oluştuğu için oldukça zevkli ve sürükleyici bir anlatım içermektedir. Arkadaşlarımın da zevkle okuyabileceği bir kitap olup, herkese tavsiye ediyorum.

6. KİTABIN YAZARI HAKKINDA KISA BİLGİ :
Reşat Nuri GÜNTEKİN : (1889-1956) İstanbul da doğmuş Edebiyat Fakültesini bitirmiş Liselerde öğretmenlik ve müdürlükler, Milli Eğitim Müfttişliği ve Paris Kültür Ataşeliği yapmıştır.

Sinekli Bakkal Halide Edib Adıvar

Sinekli bakkal bulunduğu semtin adını almış olan dar bir sokaktır. Bir geçitten çok bir toplantı yeri gibidir. Bu sokakta oturanlardan biri mahalle imamıdır. Onun kızı, Emine ise babasının istememesine rağmen Kız Tevfik denilen bir halk sanatçısı ile evlenir. Tevfik; orta oyunu, karagöz gibi şeylerle vakit geçirir. Ayrıca Emine ve Tevfik’le birlikte, sokaktaki İstanbul bakkaliyesini işletmektedir. Bir süre sonra Tevfik ile Emine anlaşamazlar ve ayrılırlar. Tevfik yaptığı şaklabanlıklar yüzünden sürülür. Ancak Emine hamiledir, ve inadını ve iradesini annesinden, yeteneklerini ise babasından olan bir Rabia isimli bir kızını dünyaya getirir .

Emine’nin Babası Rabia’nın dedesi olan imam ise Rabia’yı biraz büyüyünce hafız yapar. Mahallenin bir de kibar konağı vardır: Selim Paşa Konağı. Bu konak başlı başına bir alemdir. Selim Paşa’nın hanımı dünyanın tadına varmış, yaşlandıkça ölüm korkularına kapılmıştır. Ve teselliyi nerede bulacağını şaşırmış bir kadındır. Selim Paşa ise padişahın dostlarından ve zaptiye nazırıdır. Oğlu Hilmi ise babasının aksine Jön Türklerle ilgisi olan bir ihtilalcidir. Büyüklük peşinde bir hayal adamı. Konağa giren – çıkan pek çoktur. Peregrini adında ki bir İtalyan piyanist Vehbi Dede adında bir Mevlevî bunların başlıcaları arasındadır.

Rabia mevlit ve kuran okumaktaki şöhreti ile Selim Paşa Konağı’na kapılanır. Peregrini’yi orada tanır. Vehbi Dede’den musiki dersleri, alır. Rabia biraz büyüdüğünde Hiç görmediği babası Tevfik sürgünden dönmüştür. Rabia annesi ile babası arasında tercih yapmak zorunda kalmış ve Babası Tevfik’i seçmiştir. Bunun üzerine Emine Rabia’ya çok kızmış her namazdan sonra beddua etmeye başlamıştır. Rabia babasına bakkalda ve karagöz oyunlarında yardım etmekte mahallenin cücesi olan Rakım Amcası ile beraber hep beraber güzel vakit geçirmektedir. Lakin Tevfik’in kadın kılığına girip Selim Paşa’nın Oğlu Hilmi için Fransa’dan gelen yabancı evrakları feslilerin giremeyeceği Fransız Postanesine gidip alması esnasında yakalanması ile, Tevfik, zaptiye dairesinde Göz Patlatan Hakkı adında ki zorbanın sıkı işkenceleri ile sorguya çekilmiştir. Gene de Hilmi’nin adını vermez sürgüne yollanır. İş anlaşıldığı için Paşanın Oğlu Hilmi de Selim Paşa’nın emri ile sürgüne Şam’a sürülecektir.http://www.kitap.kalemguzeli.net/

Tevfik yokken Rabia Rakım Amca’nın yardımı ile dükkanı idare eder. Vehbi Dede ve Peregrini de kendisine arkadaşlık ederler. Ama babası sürgüne yollandığından sonra bir daha Selim Paşa Konağı’na ayak basmaz. Konakta pek sevdiği bir cariye vardır: Kanarya Hanım. Çerkez asıllı olan Kanarya Hanım da aslında evlenip çırak çıkmıştır.

Rabia, Ramazanlarda camileri gezer mukabele okur ara sıra mevlitlere çağrılır. Şehzade Nihat Efendi’nin yalısında da Mevlit okumaya davet edilir. Rabia yalıya gittiğinde iç salonun kapıları açılarak sinekli bakkal mescidinin büyük bir toplantı yeri haline getirildiğini görür. Renkli papatya başlarına benzeyen yüzlerce başörtülü kadın dinleyicisi vardır. Bu duygulu kalabalığa yanık ve dokunaklı sesi ile mevlit okuduktan sonra salonun sonunda çok güzel bir mermer heykele benzeyen sarışın bir kadın görür . Bu Kanarya Hanım’dır. İki eski dost çığlık çığlığa birebirlilerinin boynuna atılırlar.

Peregrini Rabia’nın okuduğu mevlide hayrandır. Karakterine, olgunluğuna hayrandır. Sonunda , tasarısını Vehbi Dede’ye açar. Onunda uygun bulması üzerine Rabia ile evlenmek için dinini değiştirir. Osman adını alır. Vehbi Dede de, onu kızı gibi sevmektedir. Yani Rabia da güzelliği bulan Tanrı sevgisi…http://www.kitap.kalemguzeli.net/

İmam da Emine de öldüğünden Osman’la Rabia Evi onarırlar. Dükkanın üstüne yerleşirler. Rabia’nın gebeliği çok sıkıntılı geçer. Sonunda İstanbul’da ilk defa yapılan bir sezeryan ameliyatı ile kurtulur. Bir oğlu olur. Bu mutlu olayı izleyen yıllarda 1908 meşrutiyeti gelir. Sürgünler yerlerine dönerler. Geri dönenler arasında Tevfik de vardır. Rabia, Osman Rakım Amca , mahallenin kibar tulumbacısı, Sabit Beyağabey , bütün sinekli bakkal onu karşılamaya giderler. Vakti ile padişah haini diye sille tokat İstanbul’dan sürülenlerin hepsi, şimdi birer hürriyet kahramanı olarak dönmektedir.

Tevfik’in bu siyasi görüşlerle ilişiği yoktur. Vapur rıhtımına yanaşıp da sürgünler çıkınca karşılama törenleri başlar. Sabit Beyağabey bir emir verince sinekli bakkal takımı Tevfik’in bile ürkütüp saklanacak yer aratan bir coşku ile gösterilerine başlar. Sinekli bakkal delikanlıları şişmanca bir adamı omuzlarına alırlar. Tevfik’in mahalleye dönüşü dolası ile ateşli bir hürriyet nutku çeken bu adamı Tevfik hemen tanır. Bu zaptiye dairesinde kendine işkence eden göz patlatan Muzafferdir. Vehbi Dede ile Osman Tevfik’in koluna girer ve ona bir torunu olduğunu haber verirler.http://www.kitap.kalemguzeli.net/

Kahramanlar

Rabia: Romanın asıl kahramanı: İlhâmi İmam’ın kızı Emine ve Kız Tevfik diye bilinen orta oyuncusunun kızı Rabia’dır. Rabia, yazarın romanda kendisi yerinde gösterdiği ve ideal Türk kadını nasıl olmalı? sorusunun cevabı olan kişidir. Rabia’nın kişiliğinin oluşmasında babasından çok dedesinin etkili olmuştur. Kendisi imam olduğu için torunu hafız yaparak İslami bilgilerle donanmasını sağlamıştır. Paşanın konağına gitmesi ile Rabia’nın kişiliğinin değişiminde en büyük etkiyi görülüyor. Dedesinin yanında her zaman cehennemden bahsedilerek büyüyen Rabia konağın ortamını görünce geleneklerine bağlı, ancak Batı eğilimli bir karakter ortaya çıkıyor. İki ayrı ruh ikliminde yetişmiş olduğu Peregrini yani Osman’la evlenmesi ile de bunu gösteriyor.

Kız Tevfik: Daima şen şakrak, orta oyununda usta, yakışıklı ve çok düzensiz bir kimlikte anlatılıyor.

Vehbi Dede: Konakta Rabia’ya ders veren bir Mevlevî derviş olarak bize aktarılan Vehbi
Dede, her zaman teselli edici teskin edici mizacı ile Rabia’nın dedesinden çok farklı olarak ruh okşayıcı bir alim olarak anlatılıyor.

Peregrini (Osman): Annesinin tavsiyesiyle eskiden papaz olan Peregrini daha sonra her hangi bir dine bağımlı olmaksızın yaşamış bir müzik hocası. Türkçe’yi çok iyi konuşan bu adam dinsiz olmasına rağmen Vehbi Dede gibi dinine bağlı insanlara saygı duymuştur. Rabia ile evlenmek için dinini değiştirerek Osman ismini almıştır.

Selim Paşa: Eski Dahiliye Nazırı, padişaha son derece bağlı bir mizaç ortaya sürmüştür. Öyle ki kendi oğlunu bile gözünü kırpmadan ve elinde kesin delil olmadan sürebilmiştir. Ama diğer taraftan Rabia’ya karşı hep şefkatli olmuş ve iyi davranmıştır.

Emine: Rabia’nın annesidir. Önceleri Rabia’yı çok sevmiş ancak sürgünden dönen babasını kendisine tercih edince, elinden gelse Rabia’nın boğazına sarılmak istemiştir. Elini öpmek için gelen kızını kovmuştur.

İlhamî İmam: Rabia’nın büyük babası, mahalleliye devamlı cehennemden bahseden bir imam.

Diğer tipler: Bilal; Rabia ile evlenmek isteyen bir genç, Rıfat Amca; mahallenin cücesi, Pembe; Rabia’nın hizmetini yürüten beraber yaşadığı çingene, Hilmi; Selim Paşa’nın Jön Türk oğlu, Sabiha Hanım; Selim Paşanın Hanımı, Kanarya Hanım; köşkte ki bir Çerkez kızı.

Çevre
Daha romanın başında, ilk cümlelerle yazar bize olayın nerede geçtiğini söylüyor, Aynen okursak: “Bu dar arka sokak bulunduğu semtin adını almıştır: Sinekli bakkal.” Romanın ileri ki bölümlerinde ise bu sokağın İstanbul’da olduğu söyleniyor.

Zaman
Zaman Osmanlı Devletinin 33. padişahı olan Abdülhamit Han devridir. Tevfik’in sürgünden dönüşü 2. Meşrutiyet Dönemi’nin başına yani 1908 ihtilâli’ne geldiğine göre zaman I. Meşrutiyet’ten sonra , 1908 öncesi diyebiliriz.

Yakup Kadri Karaosmanoğlu Eserleri

Kiralık Konak
Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Başlıca Şahıslar
Naim Efendi: İkinci Abdülhamid döneminde nazırlık yapmış; şimdi emekli, gelenek ve törelere bağlı; olgun, fakat iradesi ve otoritesi zayıf bir adam.
Sekine: Naim Efendi’nin kızı. Babası ile kocası ve çocukları arasında kalmış; zavallı bir kadın.
Servet Bey: Naim Efendi’nin damadı, Sekine’nin kocası. Paraya ve menfaatine son derece düşkün; ahlaksız bir adam. Seniha: Naim Efendi’nin torunu. Serbest yetiştirilmiş; alafranga hayat hayranı şımarık bir kız.
Faik: Devrin ileri gelenlerinden Kasım Paşa’nın oğlu. Son derece ah­laksız, uçarı, yüzsüz bir genç.
Hakkı Çeliş: Naim Efendi’nin yeğeni. İçli bir genç; şair. Romanın he­men hemen tek müspet kahramanı.

Özet

İkinci Abdülhamid döneminde nazırlık yapmış olan Naim Efendi, emekli olduktan sonra Kanlıca’daki konağına çekilmiştir. Münzevi bir hayat yaşamak emelindedir. Fakat damadı Servet Bey ve torunu Seniha, Naim Efendi’nin böyle bir hayat yaşaması­na fırsat vermezler. Servet Bey ve kızı Seniha, alafranga hayat düşkünüdürler. Baba-kız, ikisi de ahlaken zayıf insanlardır. Seni­ha, Faik Bey ile gayri meşru ilişkiye girer, sonra onunla birlikte Av­rupa’ya kaçar. Birinci Dünya Savaşı, bir kısım insanları daha çok yoksulluğa düşürürken, bir kısım insanları da “harp zengini” yap­mıştır. Servet Bey bu ikincilerdendir. O, artık iyice yoksul düşen Naim Efendi’den kurtulmak ve istediği hayatı yaşamak, gayri meşru iş ilişkilerini devam ettirebilmek için konaktan ayrılarak Beyoğlu’nda bir apartmana taşınır. Avrupa’dan tam bir rezaletle dönen kızı Seniha’yı bile kirli işlerinde kullanır. Son derece geniş mez­heplidir.
Bu arada Naim Efendi, oturduğu konağı kiraya vermek, kardeşinin yanına taşınmak ister ama, artık iyice harap vaziyetteki konağa talip çıkmaz. Bu arada ümitsiz bir aşkla yıllarca Seniha’yı sevmiş olan Hakkı Çeliş, Çanakkale Savaşı’na gönüllü olarak katı­lır ve kendisinden beklenmeyen bir şekilde kahramanca şehit olur. Cepheden dönen bir subayın verdiği bu habere Seniha kayıtsız kalır.http://www.kitap.kalemguzeli.net/
Naim Efendi, bu değişen dünyaya, çöken ve darmadağın olan ailesine şaşıp kalarak konağındaki yapayalnız hayatına de­vam eder.

Değerlendirme

Kiralık Konak, 1920 yılında İkdam’da tefrika edildi, 1922′de ilk baskısı yapıldı. Romanda anlatılan olaylar, Bi­rinci Dünya Savaşı sırasında cereyan ettiğine göre, Kiralık Konak, “sıcağı sıcağına” yazılmış bir romandır denilebilir.

Roman, Osmanlı Devleti’nin yıkılış günlerinde Türk cemiyetinin en önemli unsuru olan ailenin nasıl çürüdüğünü ve yıkılıp gittiğim hikâye eder. Bir kısım insanımızda görü­len batılılaşma veya alafrangalaşma arzusu ile bu alafranga hayata ayak uydurma ve o tarzda yaşama gayreti, bu felake­tin en önemli sebebidir. Araba Sevdası’ndan itibaren Felâtun Beyle Rakım Efendi, Yaprak Dökümü, Fatih-Harbiye gibi belli başla ve başarılı romanlarda hep bu tema ve aşağı yukarı aynı bakış açısıyla işlenmiştir: Batılılaşma veya alaf­rangalaşma meselesi en fazla aileyi vurur. Aile yara alınca top­lumda hiç bir sağlam değer ve kurum kalmaz!

Bu saydığımız romanların hemen hepsinde yapı aynı­dır. Ahmet Mithat Efendi, Reşat Nuri ve Peyami Safa da, tıpkı Yakup Kadri gibi bir tarafta muhafazakâr, millî ve ma­nevî değerlere bağlı insanlarla -ki bunların çoğu yaşlılardır-alafranga hayata özlem duyan, şımarık, züppe, iyi yetiştiril­memiş, ahlaken zayıf insanları karşı karşıya getirirler. “Bu ikinciler genellikle gençlerdir.http://www.kitap.kalemguzeli.net/

Beyoğlu hayatı her bakımdan onlara cazip gelir. Bu hayatın en önemli unsurları eğlence, içki, kumar ve zinadır. Yukarıda adlarını saydığımız bu romancılarımız, alafranga­laşmayı tam bir ahlak çöküşü addetmekte birleşirler. Kiralık Konak’ta örnek alınan aile yıkılır: Yaprak Dökümü’nde çok güç şartlarda ve büyük firelerle devam eder görünür (zahiri kurtuluş söz konusudur ama, hayır, sararmış yaprak­lar dökülür; aile artık eski aile değildir). Fatih-Harbiye’de ise tekrar eski sağlam yapısına kavuşur. Çünkü romanın kahramanı Neriman Fatih’e -manevi değerlere, geleneklere, yaşadığı dengeli dünyaya geri dööner.

Kiralık Konak romanında Konak, bir semboldür. Ki­ralanan şey, aslında bir medeniyet ve hayat tarzıdır. Ro­manda, ferdi meselelerin ön plânda olduğu görüntüsüne rağmen aslında bir medeniyet hesaplaşması vardır. Yakup Kadri şöyle diyor:

“İstanbul’da iki devir oldu: Biri İstanbulin; diğeri Re­dingot devri… Osmanlılar hiçbir zaman bu İstanbulin dev­rindeki kadar zarif, temiz ve kibar olmadılar. Tanzimat-ı Hayriye’nin en büyük eseri İstanbulinli İstanbul efendisidir. Bu kıyafet dünyaya yeni bir insan tipi çıkardı ve Türkler bu kıyafet içinde ilk defa olarak vahşi Asya ve haşin Avru­pa’nın arasında gayet hususi bir millet gibi göründü, (s. 6)

“Sonra Redingot devri geldi ve redingot içinden yarı uşak, yarı kapıkulu riyakâr, adi bir nesil türedi. Bu neslin en yüksek, en kibar simalarında bile bir ’saray hademesi hali vardı. Bunların elinde konak hayatı, birdenbire köşk hayatı­na intikal ediverdi. Ne yaşayışın, ne düşünüşün ne giyinişin üslûbu kaldı. (s. 6-7)

Yakup Kadri’ye göre bu medeniyet denemesinin so­nucu şudur: “O kadar necabet ve sahabetle başlayan o büyük Tanzimat cereyanı döne dolaşa nihayet İstanbul’un ortasına Seniha gibi bir kadınla, Faik bey gibi bir erkek örneği bıra­kıp geçmişti. Türk dehasının yaptığı bu medeniyet tecrübesi de gelmiş ve gelecek nesillere acı bir imtihan olmaktan baş­ka bir şeye yaramamıştı.” (s. 136)

Kiralık Konak romanının tezi aşağı yukarı bu cümlelerle ifade edilmiştir.

Hayatının önemli bir kısmında -hususiyle gençlik yıl­larında samimî bir batı (Yunan Medeniyeti) hayranı olan Yakup Kadri, kendi “batıcılığını” Hakkı Çeliş vasıtasıyla sa­vunur. Hakkı Çeliş de batı’yı biliyor ve seviyor ama o, Verlaine’i ve Claudel’i okuyor. Yakup Kadri’ye göre batılılaş­manın sırrı buradadır. Ona göre Hakkı Celis’in dejenere ol­maması, batıyı yüksek tabakasından tanımış olmasındandır.

Yazarın bir yerde (s. 85) Seniha’nın gözüyle baktığı konakta, konağı küflenmiş olarak görür. “Seniha bu konak­ta küfleniyordu!” Aynı korku ve tiksinti Fatih-Harbiye’deki Neriman’da da vardır. Aslında söz konusu ettiğimiz bu iki romanda nerede eski medeniyetimizden söz açılsa, orada bir harabiyet ve küflenmeden bahsedilir.

Kiralık Konak romanının son derece sağlam bir yapı­sı vardır. Kahramanların birbiriyle münasebetleri mantıklı ve inandırıcıdır. On altı bölümlük romanın ilk bölümünde Naim Efendi, ikinci bölümünde Seniha tanıtılır. Sonraki bö­lümlerde kahramanlar birer ikişer romana dahil olurlar. Ve aralarındaki münasebet son derece gerçekçi ve tutarlı bir şekilde gelişir, devam eder.

Romanın kahramanları başarılı bir şekilde tasvir ve tahlil edilmiştir. Ailenin yapısı bakımından hâkim durumda­ki Naim Efendi’nin âciz, zavallı, iradesiz ve mütevekkil bir insan oluşu; hadiselerin kontrolden çıkmasının en önemli sebebidir. Naim Efendi, Fatih-Harbiye’deki Faiz Bey’e ben­zemekle birlikte, onun kadar konağının ve inandığı değerle­rin sahibi ve koruyucusu değildir.

Faik Bey, Seniha, Servet Bey hırslıdırlar. Bu hırs uğ­runa yapmayacakları rezalet yoktur. Yakup Kadri, Seniha tipini ayrıntılı bir biçimde ele alır. Çünkü romanda cereyan eden hadiseler hep onun etrafında gelişir. Seniha’nın ruh halinin en önemli yanı “hep canının sıkılıyor ve gönlünün avunamıyor” olmasıdır. Bu haliyle Seniha, romanda adeta Servet-i Fünûn şair ve yazarlarını temsil eder. Onun Avru­pa’ya kaçması bu bakımdan son derece manidardır.http://www.kitap.kalemguzeli.net/

Hakkı Çeliş, romanın yegâne müspet tipidir. O, saf ve masum bir insandır, şairdir. Sağda solda, localarda, ku­lüplerde harp zenginleri yiyip içip eğlenirken, Servet Bey, günlerini Cercle D’Orient’da geçirirken, Hakkı Çeliş “Bu acaip âlem”e şaşar kalır. Yakışıklı, güzel konuşan, kültürlü bir genç olmasına rağmen Hakkı Çeliş, macera peşinde ko­şan bir insan değildir. Seniha’nın zaaflarını ve rezaletlerini bilmesine rağmen, onun karşılıksız ve derin bir aşkla sever. Bu hülyalı adamın gönüllü olarak askere yazılması, Çanak­kale Savaşına katılması ve orada şehit düşmesi romanın en önemli trajik unsurudur.

Romanda üç nesilden kesitler verilmiştir. Birinci Ne­sil (Naim Efendi ve kız kardeşi) sağlam; ikinci nesilde (Naim Efendinin kızı Sekine ve Damadı Servet Bey) erkek bozuk, kadın sağlam; üçüncü nesilde her ikisi de bozuktur. Aynı değerlendirmeye Fatih-Harbiye romanında da rastlıyoruz. Bu iki roman arasındaki en önemli fark, Yakup Kadri’nin, alafrangalığın cinsî temayülleri üzerinde durmasıdır.

Romanda ilgi çekici değerlendirmelerden birisi de Faik Bey’in babası Kasım Paşa’nın insan ölçüsü’dür. Naim Efendi, Faik Bey’in torunuyla olan gayri meşru ilişkisini şi­kâyet etmek için Kasım Paşa’ya gittiğinde Paşa, oğlunu sa­vunur: “Faik Fransız’dan iyi Fransızca konuşur, Fransızca kitabeti harikuladedir” (s. 85). Böyle bir gencin ahlâksız ol­ması mümkün müdür? Naim Efendi bu savunmaya şaşar kalır. Uzak değil, daha Tanzimat yıllarında -romanın yazılı­şından 30,40 sene evvel- ahlâk terbiye ve görgünün yanında Türkçe bilmek, güzel konuşmak ve yazmak bir marifet ve maharet iken 1920′lerde Fransızca bilmek ve konuşmak merakı bu alafrangalaşmak sevdalılarında bir tutku halini al­mıştır. Alafranga hayatı roman konusu yapan Recaizade Ekrem ve Peyami Safa gibi Yakup Kadri de o hayata koz­mopolit kelimelerle giriyor. Yakup Kadri, İronik bir üslûpla ve kelimelerle oynayarak o hayatla alay ediyor: Redingot, lüstrin kaloş, arnuvo, rokoko, letarji, pisalüye, şezlong, sigar, suvare, tamperaman, penyuvar, sonnet, tripo, palas hayatı, bulvar, egzotik, Hotel deş L’etrangers, aperetif, ekarte, piket, vualet, levanten, salle a manger, fumoir, concierge, aml de la maison, Cercle D’Orient… ilh. bu dünyanın vazgeçilmez keli­meleridir.

Her sayfada ince bir alay var. Bu ironik üslûp, Hakkı Celis’in şehadetini anlatan son sayfalarda zirveye ulaşır. Ya­kup Kadri, mizahı yeterince, kararında ve ustaca kullanma­sını bildiği kadar, Türkçe’yi de son derece ustalıklı kullanan bir romancımızdır.

Kiralık Konak, temposu ağır bir romandır. Hadiseler ikinci plândadır. Önemli olan, insanlar; onların hayata ve çevreye bakışları, hırsları, emelleri ve zaaflarıdır. Bu bakım­dan Kiralık Konak hem bir sosyal roman; hem de son dere­ce başarılı bir karakter romanıdır.
Bir Başka Özet

Naim Efendi çok zengin, zengin olduğu kadarda hesaplı bir kişiydi. Babasından kalma bir servetti. Büyük bir ihtimamla idare ve muhafaza ediyordu. II. Abdülhamit döneminde devletin yüksek mevkilerinde bulundu. Bir çok defalar valiliklerde dolaştı. Şürayı Devlet Azası, Rüşümat Müdiri Umumisi oldu. İnkılaptan iki sene evvel dolaşık bir “TEVLİYET” (Mütevellilik) davası yüzünden istifasını verdi ve Hükümet işlerinden tiksinerek bir köşeye çekildi. Fakat memuriyet döneminden kalma bayramlaşma ve özel deftere imza olayını hiçbir zaman aksatmazdı.

Bütün çocukluğu, bütün gençliği İstanbul ‘un en kalabalık konağında geçen Naim Efendi eğlenceli meclisleri, ahbap arasındaki sohbetleri, misafirlere ziyafetleri çok severdi. Fakat öyle bir zaman yaşadı ki bunların hepsi yasaktı. Naim Efendi yeni sazdan, yeni şarkılardan zevk almak şöyle dursun, son senelerde yazılan ve konuşulan Türkçe’yi de anlamıyordu.

Bundan beş sene öncesine kadar karısı Nefise Hanımefendi yanı başında idi, rahatını huzurunu mümkün mertebe koruyordu. Zira, bu ihtiyar kadın ölünce evin içinde yalnız kaldı. O öldükten sonra yerine Sekine hanım geçti; fakat Sekine Hanım hiçbir cihetten annesine benzetmiyordu. Tabi ki babası gibi çekingen, içinde titiz, iradesiz, tembel bir kadındı; hususiyle kocasının nüfusuna ve çocuklarının arzularına son derece uyardı. Kocası ise kırk beş yaşında bir züppeden başka bir şey değildi.http://www.kitap.kalemguzeli.net/

Naim Efendinin damadı Düyunu Umumiye Müfettişlerinden Servet Bey, Naim Efendinin saflığından yararlanarak bütün iradesini konak içerisinde istediği gibi yürütüyordu. Servet Beyin oğlu Cemil henüz yirmi yaşında bir mektup çocuğu olmasına rağmen Beyoğlu’ndaki büyük lokantaların, gazinoların, barların sadık gediklisi idi. Bu yaşında bir çok zevkleri vardı. Biraderinin küçük sırlarında vakıf olan Seniha ise son çıkan moda gazetelerinin resimlerine benzerdi. Körpe ince ve çolak vücudu ipek böcekleri gibi daima biçim değiştirme, başkalaşma içerisindeydi.

Pazartesi günleri Seniha’nın çay günleridir. Avrupa’nın bütün kibar kadınları gibi o günleri giyinir; kuşanır ve tam beşte konağın salonunda nadir görülen bir hanımefendi vakariyle ziyaretçilerini beklerdi. Seniha salonun bir köşesinde iki genç kızla halasının torunu Hakkı Celis’in kendisine okuduğu şiirleri dinler, gözüküyordu. Bu genç kendisinden iki ay küçük olmasına rağmen ve bir çok şiiri bazı mecmualarda çıkmasına rağmen ona parmakları mürekkep lekeli ve pantolonunun dizleri çıkmış zavallı bir mektep çocuğu gibi görünmekten kurtulamıyordu. Saat beşe henüz gelmişti ki; Faik Bey konağı ziyarete geldi. Faik Bey Cemil’in yakın arkadaşları arasındaydı. Kumral, zayıf, uzun saçları iyi taranmış bir gençti. Küçük yaşından beri Avrupa’nın muhtelif şehirlerinde dolaşmış, oturmuş olduğu için hareketlerinde hiç sahte görülmeyen bir frenk zarafeti ve kıvraklığı vardı. Faik Bey ile Seniha arasındaki münasebetin bir arkadaşlık derecesinden fazla olduğunu genç kızın bütün erkek ve kadın arkadaşları bili verirlerdi.

Fakat, buna da hafif bir flört manasını verirlerdi. Zira Faik Bey, pek çapkın bir delikanlı ve Seniha, pek şuh bir genç kızdı. Günden güne aralarındaki sevgi çoğalmaya başladı. Faik Bey için Seniha’yı sevmek birdenbire vazgeçilmeyen ihtiyarlardan biri oluverdi. O şimdi kumara ne kadar düşkün ise, Seniha’yı da o kadar arıyor. Seniha’ya kendini o kadar düşkün hissediyordu. Dört günlük bir ayrılıktan sonra sabah Faik Bey konağa geldi. Henüz herkes uykudaydı. Saçları karma karışık, yüzü sapsarıydı. Yanaklarında üç günlük bir sakal, toz renginde bir kir tabakası vardı. Seniha ne var? Ne oldu? Demek isteyen gözlerle Faik Bey’ i süzdü. Faik Bey sessiz bir şekilde hiçbir şey söylemiyordu. Seniha daha sonra kardeşi Cemil’ den öğrendiği kadarıyla Faik Bey’ in kumarda Üç yüz elli lira kaybettiğini ve paraya ihtiyacı olduğunu öğrendi. Cemil parayı Seniha’nın büyükbabasından istemesini söyledi. Seniha’nın bunun mümkün olmayacağını söylemesi üzerine Cemil Seniha’nın elmaslarını rehin koymasını istedi.

Seniha dolabını açtı içinden bir çekmece çıkardı. Çekmecenin içinden birkaç tane mahfaza aldı ve birer birer Cemil’e uzattı.

Ve hayatında ilk defa olarak ağır ve ciddi bir şekilde düşündü, kaldı. Hayat bir an içinde, ona çıplak ve en kaba haliyle görünmüştü. Bu dünyada her şey ne bayağı, ne beyhude, ne kirliydi… Bu dünyada güzellik bir hayal, sezgi bir efsane, asalet ve zerafet, insanın üstünde hafif bir cilaydı. En güzel bir yüze bir iskelet ifadesi vermek için iki gecelik bir uykusuzluk, bir sevgiyi bir alışverişe çevirmek için birkaç paket iskambil kağıdı, en zarif bir adamı bir dilenciye döndürmek için üç yüz elli liralık bir borç kafiydi.

Seniha kalbinin bu bir günlük imtihanından epeyce değişmiş çıktı. Aşktan evvel ki alaycı, havai, şuh ve işveli haline avdet etti.http://www.kitap.kalemguzeli.net/

Konağı kiraya verip kardeşi Selma Hanımefendinin yanına taşınma bahsi çıktığından beri Naim Efendi’ nin rahatı huzuru büsbütün kaçtı. Selma Hanımefendinin kararı o kadar katıydı ki hiçbir mazeretle bunun önüne geçmek kabil olmuyordu.

NAİM EFENDİ; “Burada doğmuşum, burada yaşamışım, ihtiyarlamışım! Nasıl bırakır giderim? diyordu.”

SELMA HANIM; “Burada, fareler, örümcekler ortasında yapayalnız öleceğine, benim yanımda benim gözüm önünde ölürsün” diyordu.
Konak, Naim Efendiyle beraber, her gün biraz daha yıkılıp gidiyordu. Zili bozulan sokak kapısı ağır bir tokmakla vuruluyor ve bir çok gıcırtılarla mustarip bir hayvan gibi sarsıla açılıyordu.

SONUÇ

Kitabın Ana Fikri ve Kitap Hakkındaki Genel Değerlendirme :
Kiralık Konakta Osmanlı İmparatorluğunun çöküş dönemindeki toplumsal nedenler dile getirilir.
Kiralık Konak İmparatorluğun çöküş çanlarının kulak yırtan sesleri içinde, kuşaklar arasındaki değişen değer yargıların buna bağlı olarak da yaşam biçimlerinin çelişkisini sergileyen bir romandır.
Seniha – Faik – Hakkı Celis üçgeni romanın yapısının iskeletidir. Toplumsal rüzgarların savurduğu bu insanlar birer yaprak gibi uçuşuyorlar, hiç toprağa düşmüyorlar. Kiralık Konaktaki kahramanların ortak özelliklerinden biri de düşün-dükleri, ettikleri dünya ile gerçek yaşamları arasındaki bağlantısızlıklardır. Onlar için yaşamın her gerçeği birer beklenmeyen darbedir.
Konağın dağılıp satılığa çıkarılmasıyla biten roman bir zümrenin çöküntüsünün üç kuşaklık hikayesidir.

Sodom ve Gomore
Yakup Kadri Karaosmanoğlu

KİTABIN ADI : SODOM VE GOMORE
KİTABIN YAZARI : Yakup Kadri KARAOSMANOĞLU
YAYIN EVİ VE ADRESİ : İletişim Yayınları İSTANBUL
BASIM YILI : 1984

Kitabın Konusu

İstanbul’un işgali ve İstanbul halkının işgale karşı gösterdiği tepkiler.

Kitabın Özeti

Birinci Dünya Savaşı henüz sona ermiştir.Osmanlı İmparatorluğu da bu felaketten payını almış ve ülkenin heryeri kargaşa içindedir. 1921’lerin İstanbul’u, İngilizler şehri işgal etmiş ve saray buna sessiz kalmıştır. İstanbul, Anadolu’ dan kopuk ayrı bir dünya gibidir, tıpkı Sodom ve Gomore gibi.Tanrının lanetlediği şehirlerden ikisidir. İstanbul kızları İngiliz subaylarıyla beraber olmaktan gayet mutludurlar. Leyla’da bunlardan biridir.Bu nazik kızlarımız Kuvayi Milliyetçileri yabani dağ insanı olarak görmekte,hatta tiksinmektedirler. Leyla’ ya aşık olan Necdet ise bağımsızlıktan umudunu kesmiş, olaylara sadece seyirci kalmıştır.Sevdiği kızın işgalci subaylarla olan yakınlığını görür fakat görmezden gelir,hatta o da bu subayların çevresinde oluşan yüksek sosyeteye katılır.Oysa Necdet’in arkadaşı Cemil bir şeyler yapmak gerektiğini düşünür ve Kuvayi Milliyecilere katılır ve sonunda şehit olur.Fakat o değeri bilinmez insanlardandır, vatan o ve onun gibilerinin kanlarıyla hayat bulmuştur.Vatanın ayakları aslında bağımsızlık savaşında ayaklarını yitiren gazilerimizindir.Onlar her bir uzuvunu kaybederken vatan yeniden el ayak sahibi olmuştur.

İstanbul’un bu şaşalı hayatı çok kısa sürer.Ezilmiş Anadolu insanının özlediği gün gelir.Bir gece Kuvayi Milliyeciler karanlığın içine akın eden ışık hizmeleri gibi akın ederler şehre.

Leyla,o eski hayatlarının mahvettiği için bu büyük savaşçıları nefretle karşılar.Necdet ise artık bu İngilizler tarafından kullanılmış vatanperverlik duygusundan yoksun kızdan soğumuştur.

Leyla dudaklarını Necdet’in dudaklarına uzatır.Necdet onu kucaklar ve bir köşeye bırakır. Dudaklarında bir kimyevi maddenin “rujun” yavan tadıyla bağımsız İstanbul’a katılır.

Kitabın Ana Fikri

İnsanlar zorda kaldıkları an her türlü şekle bürünebilir , hatta en samimi olduğu kişilere bile kazık atabilir.

Kitaptaki Olay ve Şahısların Değerlendirilmesi

İnsanlar zorda kaldıkları an her türlü şekle bürünebilir , hatta en samimi olduğu kişilere bile kazık atabilir.

Necdet : Kendine güveni olmayan birisi ve küçük kırılganlıkları ve vazgeçemediği rahatlığı onu yurt savunması gibi bir şereften yoksun bırakıyor.

Leyla : Bakımlı ,ince yapılı ,dikkati çeken güzel bir İstanbul kızıdır. Fakat ailesi gibi vatan duygularından yoksun, sosyeteyi seven, hovarda bir kızdır. Hayatı yalancı bir cennetten farksız yaşamak isteyen bir kişi.

Cemil : Vatansever biri, vatanının köle oluşuna katlanamayacak derecede onurlu, güçlü, iri yapılı bir Türktür.

Kitap Hakkında Şahsi Görüşler

Her milletin içinde fedekar insanlar olabileceği gibi menfaat insanlarıda bulunmaktadır. Bağımsızlık bu fedakar insanlar sayesinde devam etmektedir. Kötülüğün kaynağı olan hep menfaat grubudur.

Yazar Hakkında Bilgi

27 Mart 1889’da Kahire’de doğdu. 1913’te ilk hikaye kitabını çıkardı: Vedat Nedim Tör, Burhan Asaf Belge, İsmail Hüsrev Tökin ve Şevket Süreyya Aydemir’le birlikte “Kadro” dergisini çıkardı. 13 Aralık 1974’te Ankara’da öldü.

ESERLERİ

Rahmet(1923), Milli Savaş Hikayeleri(1947), Kiralık Konak(1922), Nur Baba, Sodom ve Gomore(1928), Hüküm Gecesi, Yaban(1932), Ankara, Bir Sürgün, Erenlerin Bağından(1922), Okun Ucunda, Zoraki Diplomat(1955), Anamın Kitabı, Vatan Yolunda, Politikada 45 yıl(1968), Nirvana(1909), Veda, Sağnak(1929) ve Mağara(1934).

Yaban
Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Konu

Kitap kurtuluş savaşı sırasında cephede kolunu kaybetmiş bir subayla, askerliği yeni bitmiş bir askerin köyünde geçen olaylar anlatılmaktadır.

Özet

Sessiz ve sakin bir yerde hayatını sürdürmek isteyen Ahmet Celal, gittiği yerde, yabancı olduğundan, yaban olarak tanımlanmaktadır. Köydekilerle hiçbir bağlantısı olmamasına ve subay olmasına rağmen ona düşman gözüyle bakılmaktadır. Ülkenin tamamı işgal altında olmasına rağmen köylülerin bunu umursamaması, sonuçta; evlerinin kundaklanması, yiyeceklerinin yağmalanması, kadın ve kızlarına tacizde bulunulması onların akıllarını başlarına getirir. Bu durumu gören Ahmet Celal sevgilisini yanına alıp kaçmaya çalışır.

Ana Fikir

Vatanın elden gitmesine rağmen duyarsızlığını sürdürmesinin, cahilliğin bir sonucu olduğunu göstermesidir.http://www.kitap.kalemguzeli.net/

Şahıslar ve Olaylar

AHMET CELAL: İçi vatan aşkıyla dolu, köylülerin cahilliğini gidermek için didinen, köy yaşamına alışık olmayan birisidir.

SALİH AĞA: Sinsi bir kişiliğe sahiptir. Kendi çıkarları doğrultusunda hareket eden bir kişiliğe sahip.

MEHMET ALİ’NİN ANNESİ: Kendisini toprağa adamış, cahil, hiçbir şeyden habersiz ve başkalarının sözünü dinlemektedir.

BEKİR ÇAVUŞ: Askerlik yaptığından dolayı olayların kısmen farkındadır. Bulunduğu ortam itibariyle bildiklerini aktarmaktan çekinmektedir.

Anamın Kitabı
Yakup Kadri Karaosmanoğlu

Konu

Çocukluk yıllarında çok acı çekmiş bir çocuğun bu anılarının onu nasıl etkilediğini ve sonuçlarını anlatır.

Özet

Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun belki bütün romanlarımın anahtarlarını verdiğim kitabım dediği “Anamın Kitabı”onun en önemli eserlerinden biridir. Eserde, yazar çocukluk anılarından bahsetmekte, bunu yaparken de şuuraltı tekniğinden yararlanmaktadır. İnsanın alınyazısının çocuklukta yazıldığını ve hangi yaşa girerse girsin, şuuraltında daima çocukluk kaldığını savunur.

Yakup Kadri, Aydın ve Manisa’da hüküm sürmüş Karaosmanoğulları sülalesine mensuptur. Yazar altı yaşına kadar babasının Mısır’daki İbrahim Paşa Konağına yerleşmiş ve İkbal Hanımla evlenene kadar burada yaşamıştır. İkbal Hanımla evlendikten sonra Kahire’ye yerleşmiştir. Daha sonra İbrahim Paşanın ölmesi nedeniyle Manisa’ya yerleşmiştir. Eser, hayatının doğrudan doğruya bu bölümleriyle ilgilidir.

Yazar babasını, çevresinde çok saygın bir kişiliğe sahip olmasına rağmen sevmez. Babasının konuşma tarzı, hareketleri, konuşması ve bilhassa annesine karşı olan davranışları yazara çok ilkel gelir. Nitekim babası eve geldiğinde önüne konulan terlikleri giydikten sonra annesini peşinden sürükler, kendisi ile ilgilenilmekte biraz gecikilse evi velveleye vererek huzursuzluk çıkartır.http://www.kitap.kalemguzeli.net/

Yazarda geçmişe daima bir özlem vardır. Lalasıyla Nil boyunca Ehramlara doğru ya da şehrin kalabalık caddelerine doğru yapılan gezintiler, hele babasıyla şehrin hayvanat bahçesi karakterindeki “Özbekiye Bahçesine” yaptığı araba gezintileri onun için tadına varılmaz saatlerdir.

Mısır’daki bu ihtişam dolu çocukluk günlerini, altı yaşında geldiği Manisa’daki sıkıntılı günler takip eder. Burada, okula giderken uyku sersemi kalkışını, eline “Amme Cüzzü” tutuşturularak sokak kapısından dışarı bırakılıverişini, kendisine kahvaltı olarak bir dilim kuru ekmekle bir topak tulum peyniri sunuluşunu hiç unutmaz. Hele okula giderken yolun bozukluğu onun için işkence dolu saatlerdir.

Okul hayatı ise ona göre pek verimsizdir. Okulun doksanlık kapıcısı onu teneffüslerde rahat bırakmaz. Sınıf hocası Mustafa Efendinin daima çatık ve kızgın suratı, okulun müdürü Hüseyin Efendinin şimşir sopası da onu rahatsız etmektedir. Ama yazarı mektepten asıl yıldıran okulun pisliği ve mundarlığıdır. Bu nedenle biraz utangaçlığından, bilhassada bu ağır koku yüzünden annesinin kendisine hazırladığı yemeği bile yemez, arkadaşlarına bırakır.

Mısır dönüşü Karaosmanoğulları sülalesi kendilerine itibar göstermediğinden sıkıntılı günler yaşarlar. Kendilerine babasının arkadaşı Hulusi Bey kucak açar. Onun konağında önce misafir olarak birkaç gün kaldıktan sonra konağın yanındaki küçük evi kiralalar. Bu evde yazarın ilk dikkatini çeken şey, evin arka kısmından kendisine çok yakın görünen Manisa Dağıdır. Dağa baktıkça, dağdaki boz renkli kaya diz çökmüş bir deve gibi, buradaki inde aslan gibi görünür kendisine. O dağdaki tabiat şekillerini iniş, yokuş, yar, oyuk, tepe masallardaki peri padişahının sarayındaki denizlere, kulelere benzer varlıklarmış gibi düşünür. Sürekli olarak bu dağa gitmek ister. Bir gün komşusunun oğlu Cemal ile oraya giderler. Fakat beklediğini bulamaz, hayal kırıklığına uğramıştır.

Çocukluğunda en derin, en ihtiraslı sevgisini tercih ettiği insan Afet Ninesidir. Ninesi, Kadri Beyin küçüğü Nazif Beyi kaybettiğinden bu yana tek sevgisini torunu Yakup Kadiri’ye yöneltmiştir. Ninesi onlarda kaldığı süreçte Yakup Kadri ondan ayrı yatmaz. Hatta ninesi hastalandığında bile ondan ayrılamaz. Hele ninesi kendi evine dönmeye kalsın; evde kıyametleri kopartır, günlerce ağlar, yemekten içmekten kesilir, evdekilere hayatı zehir eder.http://www.kitap.kalemguzeli.net/

Babasının hastalığı da eserde geniş yer alır. Babası hayatının son devresinde kendisini dünyadan iyice çekerek ahirete verir. Seccadesinin başına oturarak saatlerce tespih çeker, on dakikada kılınacak namazları yarım saatte bitirir. Yakup Kadiri’ye Kuran-ı Kerim öğretmeye çalışır. Ama Yakup Kadri bunu hiç beceremez. Yazarı bu derslerden evde bozulan antika saatler kurtarır. Babası günlerce saatleri yapmaya çalışır ama muvaffak olamaz.

Babası ölümüne doğru “Ramazanı Şerif” geliyor diye evin içinde çocukça bir sevinçle dolaşır. Ramazanı mutlaka İstanbul’da geçirmek niyetindedir. Fakat gidecekleri günün arifesinde babası ansızın hastalanarak yatağa düşer. Hastalığı çok ağırdır, çok geçmeden ölür.

Yakup Kadiri’yi ölümden ziyade kardeşiyle birlikte komşusunun evinde geçirdikleri ayrılık geceleri etkiler. Babasının cesedi önüne götürüldüğünde diğerleri gibi ağlamak istediği halde ağlayamaz.

Çayırbaşı İlkokulunun, yazarın huyunun değişmesinde büyük rolü vardır. Okuldaki çocuklar öyle yabanidir ki onu okula evin kalfası götürmektedir. Kalfası teneffüslerde bile yanından ayrılmamaktadır. Ancak bu vaziyet yazara ağır gelmektedir. Buradaki çocuklar daima birbirleriyle kavga etmekte, çete savaşları yapmakta ve birbirlerine ağır küfürler savurmaktadırlar.

Yine bir gün böyle bir kavga esnasında kalfanın (kendisinden 5 –6 yaş büyük) kavgayı ayırmaması nedeniyle kızarak kalfasına ağza alınmayacak küfürler savurup, yumruklamaya başlar. Bu nedenle kalfası onu bir daha okula götürmeye cesaret edemez. Ancak yazar kendisinden daha büyük birini dövmenin verdiği gururla kendisine olan güveni yerine gelir.

Bu olaydan haberinin olmadığını sandığı annesi ona küser. Bunu bilmeyen Yakup Kadri, annesinin ilgisini çekmek ve annesinin sevgisini tekrar kazanmak için çeşitli muziplikler yapar, kendisini yaralar. En küçük bir olayda bile üzerine titreyen annesi, bu olaylarda yanına bile gitmez. Sonunda yazar, durumu anlayarak bir daha ağzına öyle sözler almayacağına söz vererek annesinden özür diler ve elini öper. İşler yoluna girer.

Ana Fikir
Aile bireyleri, çocukların gelişme döneminde onlara karşı daha sağdulu davranmalı,aile içindeki tutum ve davranışların onları nasıl etkilediğini fark etmelidir.http://www.kitap.kalemguzeli.net/

Şahıslar ve Olaylar

Yazar : Çocukluğunda bir acı çekmiştir. Bundan dolayı sessiz , sakin fazla konuşmayan bir yapıya sahiptir. Duygusaldır. Arkadaşlarıyla fazla konuşmaz.

Yazarın babası: Çevresi tarafından sevilir.Fakat evde aile bireylerine karşı ilkel davranır. Kılık ve kıyafetine özen gösterir. Eskiye bağlı bir insandır.

İkbal Hanım: Yazarın annesidir. Güzel bir kadındır. Fazla konuşmaz. Çevresinde sevilir. Sessiz, sakindir. Olaylara mantığıyla yaklaşır. İnsanları ayırt etmeden sever.

Afet nine : Yazarın en sevdiği aile üyasidir. Tatlı ve şirin bir hanımdır. Yaşlıdır. Eşini kaybettikten sonra tüm sevgisini torununa verir. Neşeli bir hanımdır.

Yazar Hakkında Bilgi

21. Yüzyıl edebiyatının büyük romancısı 27 Mart 1889’da kahire’de doğdu. Kurtuluş savaşı yıllarında Anadolu’ya geçti. Emekliye ayrılınca verimli bir yazı hayatında başladı.yazarlığını sürdürürken 13 Aralık 1974’te Ankara’da öldü. Yazar, eserlerinde Türk toplumunun, Tanzimattan Atatürk Türkiye’si dönemi ne kadar olan yaşantısını anlatan hikaye,makale ve romanlar yazmıştır.

ESERLERİ:

HİKAYE: Bir serencam, Rahmet, Milli Savaş Hikayeleri.

ROMAN: Yaban, Kiralık konak, Nur Baba, Hüküm Gecesi, Ankara, Bir Sürgün, Hep O Şarkı.

ANI : Zoraki Diplomat, Anamın Kitabı, Vatan Yolunda.

MONOGRAFİ: Atatürk, Ahmet Haşim

Kaşağı – Ömer SEYFETTİN

Kaşağı
Yazar: Ömer SEYFETTİN

1. KİTABIN KONUSU: Kardeşine iftira atıp, onun ölümünden sonra vicdan acabıyla yanıp tutuşan bir çocuğun dramı anlatılmaktadır.

2. KİTABIN ÖZETİ: Annesi, İstanbul’a gittiği için kendisinden bir yaş küçük olan kardeşi Hasan’la artık Dadaruh’un yanından hiç ayrılmaz. Bu, babasının seyisi, yaşlı bir adamdır. En sevdikleri şey atlardır. Dadaruh’la birlikte onları suya götürmek, çıplak sırtlarına binmek, onlar için çok zevklidir.Torbalara arpa koymak, yemliklere ot doldurmak, gübreleri kaldırmak eğlenceli bir oyundan daha çok hoşlarına gider. Dadaruh eline kaşağıyı alıp işe başladı mı, tıkı… tık… tıkı… tık… tıpkı bir saat gibi… yerinde duramaz, bunu gören küçük çocuk ben de yapacağım! diye tutturur.
O vakit Dadaruh, onu Tosun’un sırtına koyar, eline kaşağıyı verir,

– Hadi yap! Der.
Bu demir gereci hayvanın üstüne sürter, ama o uyumlu tıkırtıyı çıkaramazdı.
Her sabah ahıra gelir gelmez,
– Dadaruh, tımarı ben yapacağım, der.Ama adam izin vermez ancak boyu at kadar olunca yapabileceğini söyler.Boyu atın karnına bile varmıyordu. Oysa en keyifli, en eğlenceli şey buydu. Sanki kaşağının düzenli tıkırtısı Tosun’un hoşuna gidiyor, kulaklarını kısıyor, kuyruğunu kocaman bir püskül gibi sallıyordu. Tam tımar biteceğine yakın huysuzlanır, o zaman Dadaruh, “Höyt..” diye sağrısına bir tokat indirir, sonra öteki atları tımara başlardı.Bir gün yalnız başına kalır. Hasan’la Dadaruh dere kenarına inmişlerdi. İçimde bir tımar etmek hırsı uyanır. Kaşağıyı arar, bulamaz. Annesinin bir hafta önce İstanbul’dan gönderdiği armağanlar içinden çıkan fakfon kaşağı, pırıl pırıl parlıyordu. Hemen alıp, Tosun’un yanına koşar, karnına sürtmek ister fakat rahat durmaz.
– Sanırım acıtıyor? Diye düşünür.
Gümüş gibi parlayan bu güzel kaşağının dişlerine bakar. Çok keskin, çok sivridir. Biraz köreltmek için duvarın taşlarına sürtmeye başlar. Dişleri bozulunca yeniden dener. Gene atların hiçbiri durmaz ve kızar. Öfkesini sanki kaşağıdan çıkarmak ister. On adım ilerdeki çeşmeye koşar. Kaşağıyı yalağın taşına koyup yerden kaldırabildiği en ağır bir taş bularak üstüne hızlı hızlı indirmeye başlar. İstanbul’dan gelen, üstelik Dadaruh’un kullanmaya kıyamadığı bu güzel kaşağıyı ezip, parçalar. Sonra yalağın içine atar. Babası çeşmeye bakarken, yalağın içinde kırılmış kaşağıyı görür; Dadaruh’a yanına çağırınca çok korkar. Dadaruh şaşırır, kırılmış kaşağı ortaya çıkınca, babası bunu kimin yaptığını sorar.Dadaruh,
– Bilmiyorum, der.
Babasının gözleri ona döner, daha bir şey sormadan, çocuk kaşağıyı kardeşi Hasan’ın kırdığını söyler. “Dadaruh uyurken odaya girdi. Sandıktan aldı. Sonra yalağın taşında ezdi” der.
Babası Hasan’I çağırır.
-Bu kaşağıyı niye kırdın?diye sorar.
Hasan, Dadaruh’un elinde duran alete şaşkın şaşkın baktıp, sarı saçlı başını sarsarak,
– Ben kırmadım, der.
– Doğru söyle, darılmayacağım. Yalan çok kötüdür, der babası. Hasan inkârda direnir. Baba öfkelenir. Üzerine yürür “Utanmaz yalancı” diye yüzüne bir tokat indirir.
– Götür bunu eve; sakın bunu bir daha buraya sokma. Hep Pervin’le otursun! diye haykırır.
Artık ahırda hep yalnız oynar. Hasan eve hapsedilir. Annesi geldikten sonra da bağışlanmaz.Annesi onun iftira atabileceğine hiç ihtimal vermez.
Ertesi yıl anne, yazın gene İstanbul’a gider.Hasan’a ahır hâlâ yasaktır. Bir gün birdenbire hastalandı. Doktor “Kuşpalazı” der. Babası yatağın başucundan hiç ayrılmaz.Hizmetçi kardeşinin öleceğini söyler ve çocuk ağlamaya başlar.Gece uyuyamaz, uykuya dalar dalmaz Hasan’ın hayali gözünün önüne gelir “İftiracı! İftiracı!” diye karşısında ağlar.Pervin’i uyandırır. Hasan’ın yanına gitmek istediğini ve babasına bir şey söylemek istediğini söyler.Yarın söylersin, der.Sabaha kadar gene gözlerini kapayamaz. Hava henüz ağarırken Pervin’i uyandırır.Ama zavallı suçsuz kardeşi, o gece ölmüştür.

3.KİTABIN ANA FİKRİ: Yalan söylemek kötü bir alışkanlıktır.

4.KİTAPTAKİ OLAYLARIN VE ŞAHISLARI DEĞERLENDİRİLMESİ:
Büyük çocuk: Hasan’ın abisidir.babasından çok korkar.Atları çok sever.
Hasan :Küçük kardeştir.O da babasından çok korkar ve atları çok sever.Geçirdiği hastalık ölümüne sebep olur.
Dadaruh: Evin seyisidir. Bütün zamanını atlarla geçirmekyen çok zevk alır.İki çocuğu da çok sever.
Pervin: Evin hizmetçisidir. Çok yumuşak kalplidir ve herşeyi açıkça söyler.Bir o kadar da sulugözdür.
Baba: Çocuklarının üzerinde büyük bir otorite sahibidir. Çocukları onu çok sever ama ondan çok korkarlar.

5.KİTAP HAKKINDA ŞAHSİ GÖRÜŞLER: Yazar olayları ve yer betimlemelerini çok güzel ve yerinde yapmıştır.Akıcılığı sağlamış, okuyucuyu sıkmadan akıcı bir şekilde okuyabilmesi için bütün imkan ve kabiliyetlerini sergilemiştir.

6.YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ: Ömer Seyfettin, yazı ve öyküleriyle dilde sadeleşme hareketinin öncülüğünü yaparak yeni bir edebiyat akımının oluşumunu sağlayıp, Türk öykücülüğünde kısa öykü türünün dil, anlatım tekniği ile tematik yönden ilk özgün örneklerini vermiştir. Aynı zamanda ulusal edebiyat akımını başlatan yazarlardan olan Ömer Seyfettin 28 Şubat 1884′te Gönen’de doğdu. Öğrenimine, dört yaşında iken, Gönen Mahalle Mektebi’nde başladı. Ailesiyle birlikte İstanbul’a gelince (1892), ilköğrenimini özel bir okul olan Aksaray’daki Mekteb-i Osmani’da sürdürdü. Babasının isteği üzerine, Eyüp baytar Rüştiyesi’nin subay çocuklarına özgü bölümüne yatılı olarak yazıldı (1893). Buradaki eğitiminden sonra (1896), Edirne Askeri İdadisi’ni (1900) ve İstanbul Mekteb-i Harbiye’yi bitirdi. 22 Ağustos 1903′te piyade teğmeni rütbesiyle mezun oldu. Ziya Gökalp ve arkadaşlarının çıkardıkları “Genç Kalemler” dergisinin kadrosuna katıldı. Balkan Savaşı’nın başlaması üzerine, yeniden orduya çağrıldı (14 Eylül 1914). Kısa bir süre “Türk Sözü” dergisinin başyazarlığını yaptı. lan Calibe Hanım’la evlendi (1915). Eylül 1918′de eşinden ayrıldı. 6 mart 1920′de kaldırıldığı Haydarpaşa Hastanesi’nde şeker hastalığından öldü. Kadıköy Kuşdili’ndeki Mahmut Baba Türbesi mezarlığına gömüldü. 1939′da, kemikleri Zincirlikuyu Mezarlığı’ndaki Asri Mezarlık’a taşındı.

ESERLERİ:
Romanları:
Yaşadığı yıllarda yayınlanan üç romanı ( Ashab-ı Kehfimiz, Efruz Bey, Yalnız Efe, 1919) onun bu alanda yarım kalmış denemeleri olarak sayılır.
“Fantezi roman” olarak nitelendirilen Efruz Bey; 1908′den Mütareke yıllarına kadarki süreci, aydın kişilerin eleştirisi ekseninde yansıtır. Dönemin aydın hastalıklarını, siyasi akımların yanlış yönsemelerini toplumsal eleştiri bağlamında, yeni bir roman tekniğiyle verir.
Yarın kalan romanı Yalnız Efe, destansı bir nitelik taşır. Konusunu bir halk menkıbesinden almıştır. Dönemin toplumsal ortamında, yapılan haksızlıklara başkaldırarak silahlanıp dağa çıkan -kız kahraman- Yalnız Efe’nin kişiliğinde Türk halkanın direnme gücünü göstermeye çalışmıştır.

YAPITLARI:
Öykü: Harem, (u.ö.), 1918; Yüksek Ökçeler, (ö.s.), 1923; Gizli Mabet, (ö.s.), 1923; bahar ve Kelebekler, (ö.s.), 1927.
Bütün Eserleri, temalarına göre bir araya getirilen basım: Efruz Bey, 1970; kahramanlar, 1970; bomba, 1970; Harem, 1970; Yüksek Ökçeler, 1970; Yüzakı, 1970; Yalnız Efe, 1970; Falaka, 1970; Aşk Dalgası, 1970; Beyaz Lale, 1970; Gizli Mabet, 1970.

Sergüzeşt – Samipaşazade Sezai

KİTABIN ADI SERGÜZEŞT
KİTABIN YAZARI SAMİ PAŞAZADE SEZAİ
YAYIM EVİ VE ADRESİ BAŞBAKANLIK BASIMEVİ ANKARA
BASIM YILI 1984

KİTABIN KONUSU:
Evinden ayrılan küçük bir kızın başından gecen olaylar dramatize edilerek anlatılmıştır. Kızın başından gecenler oldukça acıklıdır. Uzun bir süre kölelik hayatı yaşamıştır.

KİTABIN ÖZETİ:
Evinden ayrılıp bir gemi ile yurdundan uzaklaşan küçük kız, onun gibi başka bir esir kız ile birlikte neresi olduğunu bilmediği bir yere getirilmiştir. Bu kızı bundan sonra birçok sürprizler beklemektedir.
İlk olarak kız (henüz bir ismi yoktur), yaşlı fakat zengin bir kadını yanına ona hizmet etmesi amacıyla satılmıştır. Küçük kız burada tam bir esaret hayatı yaşamaktadır. Sürekli olarak buradan nasıl kurtulabileceğinin planlarını yapmaktadır. Bu evin hanımının yanı sıra hanıma hizmet etmekte olan başka bir kadın da kıza baskı yapmaktadır. Bu durum kızı yıpratmakta, zaten bir umudu olmayan yaşamdan onu iyice somutlamaktadır. Bir gün kız bu evden kaçmayı iyece kafasına taktığı bir anda bir gece yarısı evden kaçar. Çevreyi pek tanımadığı için saatlerce yürür fakat bir yerede yorgun bir şekilde yere yığılmaktan başka çaresi yoktur. Yerde kaldığı bölgede bir evin bahçe kapısının önüdür.
Sabah olunca evin hizmetlilerinden biri kızı farkeder ve onu içeri almak için yaşlı ev sahibine danışır. Oda bunu çok olumlu bir şekilde karşılar ve hemen yardım etmek niyetiyle onu yanına alır. İlk olarak karnı doyurulur, güzel bir uyku çektirirlir. Daha sonra kız kendine gelince ona neler olup bittiği sorulur. Oda analatır evin hanımı kızın yaşadıklarını duyunca çok üzülür ve ona yardım edeceğini söyler, kızdabuna çok sevinir. Evin hanımı ona sahibinden izin alacağını ve artık kendi yanında kalacağını söyler. Bunun için hanımı kızın kaçtığı eve gider. Ve onu yanına almak istediğini söyler. Fakat kadın bunu onur meselesi yaparak kabul etmez. Bundan sonra kızda eski evine geridöner. Bu olay kızı çok etkilemiştir. Çünkü daha önce kaçtığı eve tekrar dönmüştür. Gider gitmez yine hiç hoş olmayan durumlarla karşılaşmıştır.http://www.kitap.kalemguzeli.net
Günler böyle geçip giderken birgün Mustafa bey evin sahibi birkaç yıl önce işlediği bir hatadan dolayı bir çok borcu olmuştu ve bu borçları ödemek için karısıyla tartışırdı. Birgün karısıyla beraber kızın satılmasına kara veridler.
Kızın adı kaçtığı evde hanımın onu çok güzel bulması üzerine ‘dilber’ olarak koyulmuştu. Bundan sonrada ona ‘dilber’ olarak seslenilmeye başlandı. Dilber kendisi hakkında satılması kararının alınmasından sonra bir esirciye satıldı. Ve Dilber’in bütün hayatı bu yönde değişti. Dilber bundan sonra belli bir süre esir hayatı yaşamıştır. Bu süre içinde bir çok kendisi gibi esir hayatı yaşamış olan kız arkadaşları olmuştur. Onların hayatlarını dinledikçe aslında kendi hayatının okadarda kötü olmadığının farkına varmıştır. Daha nice insanların kendisi gibi cefa çektiğini anlamıştır. Buradaki bir çok kızın çeşitli meziyetleri vardır. Bir tanesi çok iyi bir şekilde ud çalmaktadır bu yüzden çoğu yerden çağrılmaktadır. Dilber’de onun gibi ud çalabilmeyi çok istemektedir.
Dilber’e bir gün bir talip çıkmıştır, ve Dilber’de o eve gitmek zorunda kalmıştır zaten onun böyle bir şeyi isteyip istemediği pek önemli değildir, önemli olan bir kaç kişinin işinin görülmesidir.http://www.kitap.kalemguzeli.net
Dilber’in gittiği bu evde ona bir esir gibi değil, bir insan gibi yaklaşılması onu çok etkilemiştir. Evde bir hanımefendi, onun kocası ve onların tek oğlu olan Celal bey bulunmaktadır. Celal bey aynı zamanda bir ressamdır. Yaptığı porrelerle ün kazanmıştır. Dilber’i evde görünce o da çok şaşırmıştır. Çünkü Dilber’i Cleopatra’ya benzetmişti. Celal bey yalnız yaşadığı için kız arkadaşı ya da sevgilisi yoktur. faKat Dilber’I gördüğü andan itibaren içinde bir kıvılcım oluşmuştur. İlk zamanlarda Dilber’de buna bir karşılık doğmamış fakaat günler geçtikçe Dilber’de onaa karşı ilgi duymaya başlayacaktır. Celalbey Dilber’I boş bulduğu zamanlarda odasına çağırıp onun resimlerini yapmaya başlamıştır. Kimi zaman nü resimlerinide çalışır. Dilber’in bebeksi vücudunu gördüğü zamanlarda daha önce hç yaşamadığı duyguları tadıyordu. Ona her baktığında onun daha değişik bir güzelliğini yakalıyordu. Günler geçtikçe Dilber zamanının büyük bir kısmını Celal beyin yanında geçirmeye başlar. Böylelikle Celal beyin Dilber’e olan aaşkı da diğer ev halkı tarafından da öğrenilir. Bu arada Celal bey açıkça aşkını Dilber’e de belli etmeye başlar. Dilber bu olaya ilk önceleri çok şaşırır. Çünkü böyle bir şeye asla imkan vermez. Bunun nedeni de onun esir kız olmasıdır. Daha ssonraları Dilber de Celaal beye karşılık vermeye başlar. Günler geçtikçe onlar aşklarını bariz bir şekilde yaşarlar. Evin baahçesinde yıldızları seyrederler, beraber gezerler. Fakat bu durum Celal beyin annesini olddukça rahatsız eder ve buna akarşı bir önlem almak ister. Bu beraberliği bitirmek için Dilberi Celal beyin evde olmadığı bir zamanda bir esirciye satar. Tabii Dilber’in yapacak birşeyi yoktur. Celal bey daha sonra eve döner ve ilk olarak Dilber’in nerede olduğunu sorar önce bunu öğrenemesede daha sonra öğrenir fakat onu bütün aramalrına rağmen bulamaz. Bundan sonraki bütün hayatı boyunca oda Dilber’de mutlu olamaz.
Bundan sonra ikiside hiç mutlu olmadığı gibi bu olay biçare dilberi intihara kadar sürükler bu yaptıklarına Celal bey’in aileside çok pişman olur ama yapabilecek bir şey yoktur.

KİTABIN ANA FİKRİ:
Kitabın ana fikri evinden ayrılan bir insanın başına her zaman hertürlü kötülüğün gelebileceği bunlardan kurtulma yolununda sadece kendi elinde olduğu kimseden yardım alamayacağı tek başına kalacağı.http://www.kitap.kalemguzeli.net

KİTAP HAKKINDAKİ ŞAHSİ GÖRÜŞLER:
Kitap çok ağır bir dille yazılma mıştır fakat ara ara anlaşılamayan sözcüklere rastlanabilir yinede kitap bize kölelik hayatından bahsettiği ve bilgilendirdiği için oldukça önemli bir kaynak niteliğindedir ve yararlanabilecek seviyededir. Bence kitap herkes tarafından beğeniyle okunabilir. Oldukça sürükleyicidir.

YAZAR HAKKINDA KISA BİLGİ:
1860′ta İstanbul’da doğdu. Devrin ileri gelen isimlerinden Sami Paşa’nın oğludur. Özel öğrenim gördü. 20 yaşına kadar resmi bir görev almayıp, edebiyat konusundaki bilgilerini artırmayı tercih etti.
1880′de Evkaf Nezareti Mektubi Kalemi’ne memur oldu. Babasının ölümünden sonra da Londra Elçiliği İkinci Kâtipliği’ne atanan Sezâi, orada kaldığı 4 yıl boyunca İngiliz ve Fransız Edebiyatlarını yakından izledi. Elçilikteki görevinden İstifa ederek İstanbul’a döndüğünde İstişare Odası’na memur oldu. 7 yıl süren bu ikinci dönem memuriyetinde (1885-1901) sanatını olgunlaştırdı.
Sergüzeşt adlı romanı yüzünden göz hapsine alındığını düşünerek bundan kurtulmak için Paris’e gitti ve Meşrutiyet’in ilanına kadar da orada kaldı (1908). İstanbul’a döndüğünde Madrid Elçisi olarak görevlendirildi.
Birinci Dünya Savaşı başlayınca Madrit’ten İsviçre’ye geçti, savaşın sonuna kadar burada kaldı. Mütareke devrinde emekli olarak İstanbul’a döndü (1921). Son yıllarında kendisine, Büyük Millet Meclisi’nin kararıyla “Hidamat-ı vataniyye tertibinden” maaş bağlandı (1927) ve 26 Nisan 1936 tarihinde İstanbul’da öldü.

Mustafa Kemal Atatürk NUTUK

Nutuk Türkiye devletinin yazılan ilk tarihidir. Yazarı Mustafa Kemal Atatürk’tür. Yaptığı tarihi gelecekteki Türk insanına tanıtabilmek amacıyla bu kitabı kaleme almıştır.

Nutuk: Atatürk tarafından kurulan Cumhuriyet Halk Partisinin 15-20 Ekim tarihleri arasında Ankara da toplanan İkinci Kongresinde okunmuştur. Konuşma otuz altı buçuk saat sürmüştür.

Nutuk 1919’dan başlayarak 1927 ye kadar olan tarih dilimini incelemektedir. Bu dönem üç bölümde ele alınmıştır.

1. Kuva-i Milliye (Ulusal güçler) Dönemi
Nutukta yeni Türkiye Devletinin kuruluşu anlatılmaktadır. Yeni Türk devletinin kurulmasındaki maksat da şu şekilde açıklanmıştır: Türk ulusunun onurlu ve şerefli bir ulus olarak yaşamasıdır. Bu da tam bağımsız olmakla sağlanabilir. “Ne kadar zengin olursa olsun, bağımsızlıktan yoksun bir ulus uygar insanlık karşısında uşak durumunda kalmaktan ileriye gidemez.” demiştir ve Mustafa Kemal Atatürk şu sözleri söylemiştir “Türkün onuru, kendine güveni ve yetenekleri çok yüksektir. Böyle bir ulus tutsak yaşamaktansa yok olsun daha iyidir.” Diyerek kurtuluş isteyenlerin parolasının “Ya bağımsızlık ya ölüm olduğunu “ söylemiştir.http://www.kitap.kalemguzeli.net/

Burada devlet kurmanın zorlukları görülmektedir. Atatürk Samsun’a çıktığı anda ülkenin genel durumu; Osmanlı Devletinin içinde bulunduğu topluluk savaşta yenilmiş Osmanlı Ordusu zedelenmiş, koşulları ağır bir ateşkes imzalanmış, ulus yorgun ve bitkin bir durumda, ulusu ve ülkeyi savaşa sürükleyenler yurttan kaçmış, padişah ve halife soysuzlaşmış, kendini ve tahtını koruyacak alçakça önlemler araştırmakta, hükümet yüzsüz, onursuz, korkak, ordunun elinden silahları ve cephanesi alınmış ve alınmakta, yurdun dört bir yanındaki topluluklar devletin bir an önce çökmesine çaba harcıyorlardı. Bu şekilde açıkladıktan sonra ulus egemenliğine dayanan kayıtsız şartsız yeni bir devleti kurmak için izlediği politikayı, karşılaştığı güçlükleri bunalımları ve çatışmaları anlatmaktadır. Bu haliyle Nutuk, sömürgeci devletlerin altında yaşayan uluslara kurtuluş yolunu gösteren bir yapıt özelliği taşımaktadır.

2. Türkiye Büyük Millet Meclisi Dönemi:
Türkiye Büyük Millet Meclisi 23 Nisan 1920’de açılmış ve o günden sonra tüm askeri ve sivil makamların ulusun başvuracağı en yüce katın Meclis olacağını halkına bildirmiş ve Meclis, Mustafa Kemal Atatürk’ün açık ve gizli oturumlardaki bir iki gün süren açıklamaları ve konuşmalarından sonra Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı seçmiştir.

3. Cumhuriyet Dönemi :http://www.kitap.kalemguzeli.net/
Atatürk İsmet Paşa ile birlikte bir yasa tasarısı hazırladı. Bu tasarıdaki 20 Ocak 1921 tarihli anayasanın devlet biçimini saptar maddelerini değiştirerek birinci maddenin sonuna “Türkiye Devletinin Hükümet biçimi Cumhuriyettir” cümlesini ekleyerek maddeyi değiştirmiştir ve yapılan Meclis toplantısında Anayasanın Değiştirilmesi ile ilgili maddenin görüşülmesi kabul edildi. Toplantı sonunda yasa birçok milletvekilinin “Yaşasın Cumhuriyet” söylemleri ile kabul edildi ve böylece 29 Ekim 1923’te Cumhuriyet ilan edilmiş oldu. Daha sonra Cumhurbaşkanlığı seçimine geçildi. Oylamada Mustafa Kemal Atatürk toplantıya katılan yüz elli sekiz kişinin tümünün oylarını alarak Cumhurbaşkanı seçildi.

Nutuk sömürge ulusların bağımsızlıklarını kazanmaya yardımcı olacak bir program niteliğindedir. Bu eser okunduğunda Türk kurtuluş savaşının bir askeri savaş olduğu kadar bir düşünce savaşı da olduğu görülmektedir.

Nutuk, Mustafa Kemal Atatürk’ün halkına verdiği bir hesap pusulasıdır. Çünkü ulusal kurtuluş savaşı boyunca o halkıyla birlikte olmuştu ve halkına “Hayat demek savaş ve çarpışma demektir. Hayatta başarı yüzde yüz savaşta, başarı kazanmakla elde edilebilir. Bu da manevi ve maddi güce dayanır. İnsanların uğraştığı tüm sorunlar, karşılaştığı tüm tehlikeler, elde ettiği başarılar toplumca yapılan genel savaşın dalgaları içinde doğar.” Sözlerini söylemiş ve halkından can istemiş, halk seve seve vermiş, mal istemiş, halk seve seve vermiştir. Bunlar nerede, nasıl, niçin, harcanmış ? Nutuk halkın kafasındaki bu sorulara da açıklık getirmiştir.http://www.kitap.kalemguzeli.net/

Türk halkından alınan canın ve malın ülkenin işgalinden, ulusun kölelikten kurtularak onurlu, bağımsız, çağdaş bir devlet ve toplum olarak yaşaması için harcandığını belgeleriyle açıklamaktadır. Atatürk bu eserinde, ulusal varlığı sona ermiş sayılan büyük bir ulusun bağımsızlığını nasıl kazandığını, bilim ve tekniğin en son ilkelerine dayanan ulusal ve çağdaş bir devleti nasıl kurduğunu anlatmaya çalışmış ve Türk gençliğine bıraktığı kutsal armağanı şu sözlerle noktalamıştır;“ Bu uzun ve ayrıntılı sözlerim tarihe mal olmuş bir devrin öyküsüdür, burada ulusum için ve yarınki çocuklarımız için dikkat ve uyanıklık sağlayabilecek kimi noktaları belirtmiş isem kendimi mutlu sayacağım” demiş. Nutuk, yeni Türkiye devletinin nasıl kurulduğunu merak eden tüm insanlarımızın okuması gereken bir başucu eseridir. Bundan dolayı siyasi yaşantımızda olduğu kadar, devlet felsefesinde de kullandığımız en baş eserdir.